12 Eylül askeri faşist darbesi, her yerde olduğu gibi bizim Havza’da da toplumu sarsmıştı. Birçok aile içeride ve dışarıda birçok sıkıntı ile yüzleşmek durumunda kaldı. Ben o zamanlar Havza Lisesi birinci sınıf öğrencisi idim. Öğretmenlerin birçoğunun tavrı da değişmişti öğrencilere karşı. Biz öğretmenlerimizi genelde sever ve onlara saygı duyardık. Ama içlerinde öyleleri vardı ki, saygı duyulacak gibi değillerdi. Bunlardan birisi de “Cek Cek” lakaplı türkçe öğretmeni Mesut hoca idi. İnsanı bir kurt gibi tepeden tırnaǧa sertçe süzen çekik gözleriyle dayakçı bir öğretmen olarak, öǧrenciler arasında nam salmıştı. Sonra idareci İzzettin hoca da öğretmen arkadaşlarını polise ispiyonlamıştı. Bunlar 12 Eylül’den sonra öğretmen arkadaşlarını ve bazı öğrencileri polise ihbar etmişlerdi. Karakoldan çıkmazlardı. Daha önceden ses çıkarmayan bir kısım öğretmen, arkadaşlarını ihbar etmeye ve öğrenciler üzerinde de baskı uygulamaya kadar vardırmışlardı işi. Bu arada bazı öğretmenler sürülmüş, onların yerine de yenileri gelmişti. Bu yeni gelen öğretmenlerden birisi de Mehmet isimli ince bıyıklı, çiğ yeşil gözlü, orta boylu, beden eğitimi öğretmeni olmasına karşın zayıf da olmayan, geniş omuzlu biraz topluca Mehmet adlı kişiydi. Kumral ve biraz da uzun sayılabilecek dalgalı saçları vardı. Bu öğretmenin, öğretmen kılığında okula ispiyonculuk yapmak için gelmiş bir gizli polis olduğu yolunda söylentiler de çıkmıştı. Faşistti ve karate de bildiği söyleniyordu.
Havza Lisesi’nden birçok öğretmen geldi geçti ama hiçbirinden bu adam kadar nefret edilmemiştir sanırım. Ağzı bozuk, küfürbaz, kibirli ve kimseye saygı duymayan bir adamdı. Ülkü Ocakları Keçiören Şube Başkanlığı yaptığı da söylenirdi bir zamanlar. Tam anlamıyla bir “yavşaktı.” Öyle derdik ona kendi aramızda.
Bir gün Lisenin ön bahçesindeydik. Ömer Faruk adlı arkadaşımıza takmıştı bir dönem. O gün de ona bir şeyler sordu ve birden havaya uçarak bir uçan tekme attı çocuğa. Ömer Faruk yere düşmüştü, zaten orta boylu arkadaşımızdı. Yüzünden akan kan gömleğine ve pantolonuna damlıyordu. Mehmet hoca pis bir şekilde sırıtıyordu. Adam insanlara acı verdikçe, mutlu olduğunu sanan tiplerdendi. Öğretmen arkadaşlarını polise ispiyon eder, öğrencileri döver, küfür eder, kimseye saygı duymazdı.
Bir gün dersimiz boştu. Mehmet hocanın bizden daha küçük bir sınıfla dersi vardı. Ben de bahçede dolanıyordum. Bir yere oturdum biraz uzakta çimenliğe ‘bunları izleyeyim’ dedim. Mehmet hocanın üzerinde eşofmanlar, ağzında düdük vardı. Düdüğü çalıyor, öğrencileri koşturuyor ve arkalarından şöyle bağırıyordu: “Eriteceğim lan ben sizin g.tünüzün yağını dürzüler…”
Sonra bu beden öğretmeni Mehmet hoca nereye gitti bilmiyorum. Bir süre sonra ansızın ortadan kayboldu, görünmez oldu.
***
Bizim sınıfta ön sıralarda otururdum ben. Arka sırada oturanlar daha mı yaramazlardı sanki, belki de… Bir gün bizim sınıfta en arka sırada oturanlardan birisi olan Mehmet’i idareden çağırmışlardı. Çağıran da idareci öğretmenlerden birisi olan İzzettin Hoca idi. O da pek kurumlu, kendini beğenmiş havalarında gezen, teyzemin oğlu Sinanların oturduğu apartmanda yaşayan bir adamdı. Öğrencileri döver, ihbar bile ederdi bazen. Sonradan, benim en iyi arkadaşlarımdan birisi olan Asım’a da tasdiknamesini vermişti. Pis, iki yüzlü bir herifti.
Mehmet, yediği dayaktan yüzü kıpkırmızı olmasına karşın, sınıfa geldiğinde pis pis gülüyordu. Daha sonra anlattı bize ne olduğunu. Elinde demir iki buçuk lira ile en arka sıranın yanındaki kalorifer borusuna vuruyormuş; haliyle ses en alt kata kadar iniyordu. Böyle bir alışkanlığı varmış. Demir iki buçuk lira o zamanlar oldukça ağır ve büyükçe bir paraydı. Bu da İzzettin hocayı rahatsız ediyormuş. Bir süre çözememiş sesin nereden geldiğini, ama sonunda günlerce bir dedektif gibi iz sürerek bulmuş ve Mehmet’i tekme tokat döverek tehdit etmişti. İzzettin Hoca, Mehmet’i kulağından tutup tutup tokatlıyor, tekmeliyordu. O gün Mehmet’i’ anasından doğduğuna pişman etti.
Peki Mehmet uslanmış mıydı? Ne gezer… Yüzü kıpkırmızıydı, ama pis pis sırıtıyordu. Dayakla da uslanmıyordu insanlar. Üstelik iki buçuk lirasına da el koymuşlardı.
“Yine vuracak mısın iki buçuk lirayla kalorifer borusuna?” diye sordum ona.
Tokatlardan kızarmış yüzüyle pis pis sırıtarak,
“Hayır.” dedi.
“Oğlum,” dedim, “sen iki buçukla başladın işe, sonra işi büyüttün üç buçuk atmaya başladın.”
Güldük beraber.
“İki buçuk lira cepte durduğu gibi durmaz.” diyordum ben de.
Serde gençlik vardı ve bir türlü hizaya gelmiyor, rahat durmuyorduk.
Erol Anar
Yazarın henüz yayınlanmayan “Aşağı Mahalle 2. Cilt” kitabından
©2017 erol anar
Not: Fotoǧraf temsilidir.