Kültür-Sanat

12 yıllık esaret – Steve McQueen

Geçtiğimiz ay (Mart 2014) DVD’si çıkan 12 Yıllık Esaret ile yönetmen Steve McQueen, kölelik sisteminin her kademeden ezilenlerini ve çeşitli kölelik biçimlerini perdeye taşıyor. Sade ve çarpıcı bir sinema diliyle örülmüş olan 12 Yıllık Esaret, 19. yüzyıl Amerika’sında kapitalizmin perçinlenmekte olan hırçınlığına da vurgu yaparak sömürüye dayalı bu düzeni anlatırken, sistemin ağır yükünün taşıyıcısı olarak bedene odaklanıyor.

İktidarın Esiri Beden2008 yılında ilk filmi Açlık ile dikkatleri üzerine çeken Steve McQueen’in, siyah mücadeleyi konu alan bir film çekmesi merakla bekleniyordu. Açlık, İrlanda özgürlük mücadelesi liderlerinden Bobby Sands’i odağına alarak 1981 yılındaki İrlandalı cumhuriyetçi mahkumların açlık grevini konu ediniyordu. Sade görsel dili ve derinlikli diyaloglarıyla zihinlere kazınan Açlık’ın ardından McQueen, minimal tarzıyla derinlikli meselelere temas edebilen bir yönetmen olarak akıllarda yer etmişti.

McQueen’in ikinci filmi Utanç, bastırılmış libidinal hazların peşinden sürüklenen orta yaşlı bir adamı merkezine alarak, cinselliğe yüklenen kültürel anlamları sorgulamaya çalışıyordu. Günümüz New York’unda geçen film, hali vakti yerinde Brandon’ın utanç ve aşağılanma arasında gidip gelen ahlak kaynaklı nevrotik ruh halini masaya yatırıyordu.

Yönetmenin bu iki filminde de beden mefhumunun başlıca temalardan biri olduğunu söylemek mümkün. Kuşkusuz Açlık’ta Bobby Sands’in hapis bedeni, zapturapt altında yürütülen mücadelenin hem bizzat alanı hem de aracıydı. Utanç’ta ise Brandon’ınki toplumsal ahlakın somut olarak deneyimlendiği bir çatışma, çarpışma zonu…

12 Yıllık Esaret’in odaklandığı kölelik ise başlı başına beden üzerinden işleyen, beden üzerinde cereyan eden bir sistem. Yönetmen, hem hikaye düzeyinde hem de kullandığı sinema dili vesilesiyle kölelik sisteminin, ten rengi ayrımına dayanan temellerini açığa vurmakla kalmıyor; sistemin kendi ürettiği şablona sığmayan, tabiri caizse ‘sızıntı’larla baş etme yöntemlerinden doğan ayrıksılıkları da yine beden meselesine vurgu yapacak şekilde perdeye taşıyor.

12-yillik-esaret-2Film, özgür bir adam olarak dünyaya gelen ve burjuva bir yaşantı süren Solomon Northup’ın kandırılarak güneye kaçırılması ve köle tacirlerine satılmasıyla, çeşitli plantasyonlarda köle olarak geçirdiği on iki yılı konu ediniyor. Solomon’un (elbette korkunç deneyimlerin ardından) özgür bir siyah olduğunu kanıtlamayı başararak, evine dönmesiyle ve sıcak yuvasında karısı ve çocuklarıyla bir araya gelerek oluşturduğu mutlu aile tablosuyla da sona eriyor. Bu melodramatik sonun ardından ekranda beliren yazılardan (gerçek hikaye uyarlamalarının vazgeçilmezi), Solomon’un hukuki yollardan bir mücadeleye giriştiğini ve köleliğe karşı mücadelenin önemli destekçilerinden biri haline geldiğini öğreniyoruz. En son, Solomon’un ölüm tarihinin bilinmediğini okuyoruz. Buradan da mücadelenin yaşamaya devam ettiği, halen sürmekte olduğu gibi bir çağrışıma gitmek mümkün.

Filme yöneltilen başlıca eleştiriler, Solomon’un bir beyaz adamın yardımıyla özgürlüğüne kavuşması ve filmin kolektif bir mücadele sürecine odaklanmaması oldu. Filmin politik pozisyonu, kapsamlı ve derinlikli bir tartışmaya bolca malzeme sunacak cinsten. Bu eleştirilerin haklılık payı var elbet, ancak filmin bir başarısından bahsetmek gerekirse, o da karakterlerin hemen hemen hiçbirini kolay tahmin edilir bir şablona yerleştirmemesi, karmaşıklaştırması ve çizdiği ‘sınırda’ profiller sayesinde zengin bir karakter skalası yaratması. Kuşkusuz siyah ve beyaz ten rengi, kölelik sisteminin temel dayanağı olarak önemli bir ayrıştırıcıydı. Ancak 12 Yıllık Esaret’te ne her siyah salt ezilen bir siyah köle, ne de her beyaz adam salt muktedir bir beyaz… Sistemin neredeyse tüm taraflarının bir şekilde baskı altında olduğu filmde sürekli hissettiriliyor.

Kuşkusuz, kırbaç her daim muktedir beyaz adamın elinde ve her seferinde kölelerin bitkin bedenlerinde acımasızca şaklıyor. Fakat bunun iki ucu kanlı bir bıçak olduğunu da unutturmuyor film. Örneğin, ten renginden dolayı iktidar kurmakla yükümlü olduğunu düşünen, köleler üzerinde otorite tesis etmeye çalışırken, böyle bir gücün altının pratikte boş olduğu hissiyle iyice hırçınlaşan, patronları ve onların köleleri arasında sıkışıp kalmış kahyalar görüyoruz. Her gün kırbaçlanmaktan ve akıl almayacak kötü muamelelere maruz kalmaktan kaçmanın bir yolu olarak sahibinin gözdesi olmayı bir kurtuluş gören, bedenini ona kullandırmaktan tiksinmesine rağmen, buna tahammül etmek zorunda olduğunu hisseden siyah kadın köleler görüyoruz. Veya, siyah bir kadın köleye duyduğu arzunun esiri olan, iktidarsızlığının zulmünü perçinlediği, sahipliği ‘sökmediği’ için aklını kaçıran beyaz adamın zavallılığını izliyoruz. Tüm bu ince dengelerin, filmde bedeni merkezine alan bir hassasiyetle işlendiğini söylemek mümkün. Elbette günün sonunda, tüm bu sistemin esas ağır yükü siyah kölelerin omzuna biniyor. Kölelerin bedenleri gündüzleri tarlada maksimum fayda sağlamak için zorlanırken, diğer zamanlarda ya üretime yeterince girdi sağlayamadıkları ya da hiyerarşiyi ihlal ettikleri gerekçesiyle keyfi şiddet uygulamalarına maruz kalarak hırpalanıyor, kanatılıyor, parçalanıyor. Bu bağlamda, Patsy’nin günde yüzlerce sterlinlik pamuk toplayabilen bedeni, kapitalizmin dayandığı emek sömürüsünün bir tecessümü olarak okunabilir. Benzer şekilde, sistemin hiyerarşisi içinde Solomon’dan sadece bedensel işgücü olarak varlığını sürdürmesi talep edilmekte, dolayısıyla Solomon’un tüm diğer yeteneklerini saklaması beklenmektedir. Zira yaygın inanç, rasyonel üstünlüğün salt beyaz adama mahsus bir meziyet olduğu, siyah kölelerinse kol emeğine uygun bedenlere sahip olduklarıdır. Örneğin bir noktada, mesleği marangozluk olan Solomon’un bir kulübenin inşasında kahyaya akıl vermeye kalkması ve sonrasında doğan tartışmada adamı bir de hırpalaması, neredeyse hayatına mal olur. Bu çatışma filmin en kilit ve en etkileyici sahnelerinden birinde, Solomon’un ağaçta asılı kalan bedeninde sembolleşir: Solomon, ayağının hafifçe dokunabildiği kaygan çamur zemin sayesinde saatlerce ölüm ve yaşam arasında gidip gelir. Bu, bir varoluş mücadelesidir.

Tüm kölelik sistemini kanlı canlı bedenler üzerinden görselleştiren 12 Yıllık Esaret, iktidar sistemlerinin çoğunlukla tenimize kadar sokulan sistemler olduğunu hissettirir. Steve McQueen sinemasının artık bir alametifarikası olarak görebileceğimiz bu vurgu, çoğunlukla iktidarın şekillendirdiği ve onun izlerini taşıyan bedenlerimizi birer mücadele alanı ve aracına dönüştürebileceğimizi de hatırlatır.

Bu açıdan bakıldığında 12 Yıllık Esaret’in kırbaçlarla kanayan bedenleri ile Açlık’ta günden güne eriyen bedenler arasında bir bağlantı kurmak mümkün olabilir.

Baslangıç Dergi

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu