Biz illegal aşk yolcuları, mutlu sonla bitmeyen küçük melodramların önemsiz karakter oyuncuları olduk hep; kavuşmaların, neşeli şarkıların ve mutlu öpüşlerin sevinci bizlerden uzak dururdu.
Daha ilk “merhaba” ayrılığa giden yolun başlangıcıydı ve aşklar: Eğitimin, toplumsal sınıfın, kültürün, yaşın önemli olmadığını düşündüğümüz, ama aslında mesafelere neden olan değerlerin mezar taşlarını oluşturduğu ve onurumuzu yitirmemize neden olan, içimizdeki kurtların her seferinde bavullarımızı hazırlamamızı emreden ulumaları, aşkın ne ilk ne de son savaşçısı olacağımız gerçeğini değiştirmezdi.
Yasaklanmış dillerde söylendikçe yağmalanan türkülerimiz gibiydi aşklarımız ki, her yaşanmışlığın başına usanmadan döndüğümüz bir fasit daire içinde şehvet, mutluluk ve alternatif yaşamlar peşinde koştuğumuzun yanılgısındaydık. Yalnızlık saatlerimiz dayanılmaz olduğunda, bedenlerimizi ve ruhlarımızı korkak intihar düşlerimizle harcamayı en büyük erdem sanıyorduk. Bedenin, başka bedenlere açlığı ile ruhun sadakate inancından kaynaklı uyumsuzluğu ve ruhun, bedene yenik düşen zayıflığının tutsağı olmayı seviyorduk. Çelişkilerden duyulan rahatsızlık acı veriyordu, kendimizden nefret edip, tiksiniyorduk. Bedensel hazların ve ruhun kısıtlamalarını aşamayınca da kuşku duyduğumuz, toplum dediğimiz duvarın önünde infaz edilmenin korkusuyla yaşıyorduk.
Sevişirken bile ulaşamadığımız ruhlar vardı, en arzulu sesleri kulaklarımızda yankılanırken, bilemediğimiz ama onun geçmişindeki birine, anlayamayacağımız kayboluşlara ağıt yakardı; boynumuza sarılan kolların arasında yetim duygular büyütür, temiz aşkları kirlettiğimizin sanrısını yaşardık. Hep giden bir “O” olmuştur. Seven ve yaralayan. O’nun yerine konulup, O’nun gibi sevmemiz gerektiğini gözlerdeki uzak çağrılardan anlardık. O’nun söyleyemediklerini veya söylemesi gerekenleri dile getirmek için bildiğimiz tüm ozanları yardıma çağırırdık, ama hiçbir şiir dizelerini cömertçe bize sunmazdı. Kafiyesi bozuk sözcükler yarım kalırdı.
Orgazm saatlerinin, terli ve kirli oyuncakları olarak suçluluk giysilerimizden soyunup, fırtınalı havalarda, bir limandan kaçırdığımız vapurun ardından bakarken, yüzlerimizi yakan soğuk rüzgarların bıçak sırtı utancı olurduk. Ölümü bekliyorduk tutkunun soğuk odalarında; özgürlüğe, sevgiye tam teslim olduğumuzda kavuşacaktık güya ve tekrarlanan başlangıçların, izin verilmeyen sonların, geri dönmelerdeki affetmelerin, kurulan hain kumpasların cenderesinden çıkacak cesareti gösteremiyorduk. Çıkışı olmayan labirentlerde, söylendikçe soğukkanlılığını yitiren jilet keskini cümleler, yıpratıp eskitiyordu yaşanılan düşü ve kabuğunu kaldırıp, kanattığımız yaralarla dolaşıyorduk. Evdeki eş, çocuklar, iş, apartman kapıcısının bahşişi ve sorumluluklar yasak sevişme sonralarının değişmez konusu olduğunda, yaşanmamış keşkelerin pişmanlığı, başkalarına da ait olan tenlerimizin sıcaklığı, gözlerimizin manasında eskiyordu ve tekrarı seyredilince büyüsü bozulan bir filimden ibaret oluyorduk, giderken bıraktığımız duman altı odaların kirli çarşaflarında.
“Aydınlanma, legal olanın illegal olanı anlamaya başladığı gün gerçekleşecek” hipotezi miydi, suçluluk duymadan sevmemizin nedeni? Neydi bizleri böyle müptela eden ve yokluğunda intiharlar düşlediğimiz duygunun kaynağı? Kokumuza, tadımıza ancak bir madde bağımlısının anlayabileceği derecedeki o büyük açlık mı? Üçüncü sınıf pansiyonların, üçüncü sınıf yataklarında nefeslerimizi damarlarımıza şırınga ettiğimiz zaman soruların da pek bir anlamı kalmıyordu, yanıtlar cehennem bekçisiydi çünkü. Toplumun ahlaki yasalarına göre suçluyduk. Hüküm vermek kolaydı. Cezamızı infaz edecek olanların da günün birinde, bizim geçtiğimiz eşiği geçmek isteyebileceklerini henüz kendileri de bilmiyordu.
Hayat ne sanıldığı kadar kötü, ne de sanıldığı kadar iyiydi. Hayat, yıllarca süren ve temposu zaman zaman düşse de, sonu genelde hiç değişmeyen bir akış halindeydi. Bu akış; sistemle uyumu seçenler için avuntu, düşlerinin peşinden koşanlar içinse yolda olmanın ve aşkı hep yeniden var edebilmenin anlamıydı. Ofisimde masamın üzerinde duran takvim “Yaz geldi” diyordu. Takvim sayfasındaki fotoğrafın arka fonunda, ağaç dalları arasında görünen gökyüzü yalnızlığımı ve terk edilmişliğimi de yanına alarak, eski hüzünlü şarkıların melodisini getirip yüreğime bırakıyordu. Oysa illegal olmak, takvim sayfasındaki Polonezlerin, kiraz mevsimini kutladığı bir festivalin neşesini ve saflığını aramaktı. Kiraz festivalinin başlıca öğesi olan ve “Mazurka Dansı” yapan, neşeli ve hayatı seven insanları ile göz göze geldiğimiz an, benim davetsiz ve aykırı bir misafir olduğum anlaşılmıştı. Hüznüm istenmeyen bir nesne gibi neşelerinin ortasına düşmüştü. Arkalarını dönmeleri, gitmemi istediklerini, dışladıklarını ve buraya ait olmadığımı gösteriyordu. Hüzün değil, neşeli şarkılar yakışırdı festivallere!
Bayram Sarı