Yaşam

İnsanlık Savaşların Üstesinden Gelebilir mi?

Birçok araştırmacı yirmi otuz yıl öncesine dek insanların uygarlaşmadan önce birbirleriyle ve doğa ile uyum içinde yaşayan “soylu barbarlar” olduklarına inanıyordu. Ama artık böyle bir durum söz konusu değil.

Budun bilimsel araştırmaların yanı sıra kimi kazıbilimsel kanıtlar da profesyonel orduları olan devletlerin ortaya çıkışından önceki dönemde kabile toplumlarının, zaman zaman bile olsa, topluca ölümcül çatışmalara girdiklerini gösteriyor. Bu arada, bir topluluktaki erkek şempanzelerin kimi zaman başka bir topluluktan erkek şempanzeleri ölesiye dövdüklerine tanık olunması savaşmanın dirimsel kalıtımımızın bir parçası olduğu yönündeki yaygın kanıyı daha da pekiştirdi.

Atalarımız ve primat akrabalarımız arasında yaşanan şiddetle ilgili bu bulgular insanın doğasıyla ilgili olarak Washington Üniversitesi insan bilim uzmanlarından Robert Sussman‘ın “5 haberleri”adını verdiği görüşün  yerleşmesine neden oldu. Akşam haberlerinde tıpkı “kanlı haber başı çeker” ilkesine uyulması gibi, insan davranışlarıyla ilgili birçok durum da çatışmayı vurguluyor. hussoloji savasAncak Sussman şiddet ve çatışmaya duyulan yoğun ilginin  aşırıya varıldığına dikkat çekilerek, “istatikler insanlar arasında yrdımlaşma ve uyum sağlama çabalarının saldırganlık ve çatışmaya oranla çok daha ağır bastığını gösteriyor,” diyor.

Şimdilerde sayıları giderek artan uzmanlar da Sussman’ın bu görüşüne katılıyorlar ve savaşmanın insanın doğuştan sahip olduğu bir dürtü olmadığına, insanların uzun zamandır savaşı geçmişe gömme yönünde çabaladıklarına inanıyorlar.

YÜZDE 90 SAVAŞLA YÜZYÜZE
Revizyoncular arasında tarih boyunca yaşanan belgelenmiş savaşların salt biyoloji ile açıklanamayacağını öne süren Yale Üniversitesi insan bilim uzmanlarından Carolyn ve Melvin Ember da bulunuyor. Bu iki araştırmacı geçmişte ve halen yaşayan yaklaşık 360 kültürle ilgili bilgiler içeren İnsan İlişkileri Alan Dosyaları adlı bir veritabanını inceliyorlar.
Veritabanında yer alan bu toplumların %90’ından fazlası savaşla yüzyüze gelmiş. Ancak bu toplumların kimileri sürekli savaşırken, kimilerinde zaman zaman çatışmalar yaşanmış; çok azınında hiç savaşmadıklarına tanık olunmuş. Melvin Ember, “Belli bir zaman diliminde dünyanın farklı bölgelerine bakıldığında savaşın yaşanma sıklığında  farklılıklar olduğu görünüyor. Bu da, ortada genlerle ilgili bir durumun ya da biyolojik bir eğilimin söz konusu olmadığına işaret ediyor,” diyor.

Finlandiya Abo Akademi insanbilim uzmanlarından Douglas Fry da bu görüşe katılıyor. “Savaşın Ötesinde” adlı kitabında Fry savaşın evrensel olduğu görüşünü yerle bir eden 74 savaşmayan topluma dikkat çekiyor. Bu toplumlar arasında Afrikalı Kung’lar, Avustralyalı Aborjinler ve İnuitler gibi göçmen avcı-toplayıcı toplumlar yer alıyor. Fry bu örneklerin can alıcı bir önem taşıdıklarına, çünkü atalarımızın yaklaşık 2 milyon yıl öncesinden yerleşik düzene ve tarıma geçtikleri 20,000 yıl öncesine dek göçmen avcı-toplayıcı toplumlar olarak yaşadıklarına dikkat çekiyor. Söz konusu zaman dilimi insan türünün evrimsel geçmişinin %90’ından çoğunu oluşturuyor.
Fry göçmen avcı-toplayıcı toplumlar arasında da bir olasılıkla şiddetin yaşandığını yadsımasa da, günümüz avcı-toplayıcı toplumlar arasında gerçek anlamda örgütlü bir savaş durumuna hemen hemen hiç tanık olunmadığını belirtiyor. Tersine, şiddetin çoğunlukla bireysel saldırganlıktan kaynaklandığına, genellikle iki erkeğin bir kadın uğruna savaşa tutuşması türünden çatışmalar yaşandığına ve bunların çoklukla kısa sürdüğüne dikkat çekiyor. Fry insanoğlunun sorunları şiddetten uzak bir biçimde çözme yetisine sahip olduğuna inanıyor.

irak savasSAVAŞ PATLAK VERİNCE
Rutgers Üniversitesi’nden Brian Ferguson da atalarımızın, bırakın milyonlarca yılı,yüz binlerce yıl boyunca birbirleriyle savaştıklarını gösteren herhangi bir kanıt bulunmadığını öne sürüyor. Grupların bireylere karşı şiddet uyguladıkları yönünde ilk somut kanıtın yaklaşık 14,000 yıl öncesine uzandığını belirten Ferguson, bu kanıtlar arasında kafatasları ezilmiş iskeletlerle dolu toplu mezarların, Avustralya, Avrupa ve diğer yerlerde bulunan mızrak, ok ve yaylarla savaşların betimlendiği duvar resimlerinin, saldırılara karşı surlarla korunan yerleşim bölgelerinin yer aldığını dile getiriyor.
Ferguson savaşın insanların yerleşik yaşama ve tarıma geçmeleriyle birlikte ortaya çıktığına, bir anda insanların yitirecek ve uğruna savaşacak çok daha fazla şeye sahip olduklarına inanıyor.

Öyle ki savaş, genlerimizden çok, değişen yaşam biçimlerimizin bir sonucu olarak ortaya çıkmış gibi görünüyor. Savaş yanlılığının kültürler arasında ve zaman içinde gösterdiği farklılıklar o dönemlerde bile savaşın kaçınılmaz bir durum olmadığını ortaya koyuyor. Embers’lar savaş ile, başta kıtlık, sel ve öteki doğal afetler olmak üzere,kaynakları etkileyen ve açlık korkusu uyandıran kimi çevresel koşullar arasında bir ilişki bulunduğuna tanık oldular.
Harvard Üniversitesi’nden Steven LeBlanc da savaşın biyolojik bir dürtüden çok, nüfus patlaması ve azalan besin kaynakları gibi çevresel koşulların yarattığı bir tepki olduğunu öne sürüyor.

SÖNMEKTE OLAN SAVAŞMA DÜRTÜSÜ
Savaşla ilgili araştırmalardan elde edilen belki de en hoş ve şaşırtıcı bulguda  insanlığın genelde eskisine kıyasla şiddete çok daha az eğilimli olduğu yönünde. Çağdaş toplumlardaki insanların savaşta ölme olasılıkları geleneksel toplumlara kıyasla çok daha düşüktür. Örneğin, 20.yüzyılda yaşanan birinci ve ikinci dünya savaşları ve tüm öteki dehşet verici çatışmalarda ölenlerin sayısı dünya nüfusunun %3’ünden azına denk düşüyor. Illionis Üniversitesi’nden Lawrence Keeley‘ye göre bu oran, makineli tüfekler yada bombalar yerine, yalnızca sopa, mızrak ve ok gibi silahlarla savaşan devlet öncesi siyasal sistemlerdeki şiddet kurbanı erkeklere oranla çok daha düşük.

İkinci Dünya savaşı’ndan beri nisbeten daha az sayıda uluslararası savaş yaşandığı ve gelişmiş toplumlar arasında da hiç savaş yaşanmadığı görülüyor. Şimdilerde yaşanan çatışmaların büyük bir çoğunluğunu gerilla savaşları, ayaklanmalar  ve terörizm ya da Ohio Eyalet Üniversitesi uzmanlarından John Mueller’in deyimiyle “savaş kalıntıları” oluşturuyor. Mueller demokratik toplumların birbirlerine hemen hemen hiç savaş açmadıklarına, savaş eğiliminin son 50 yıl içinde giderek azaldığına dikkat çekiyor.
savas210jz9Harvard Üniversitesi ruh bilim uzmanlarından Steven Pinker de tarih boyunca şiddetin giderek azaldığı görüşüne katılıyor. Örneğin, Avrupa’da adam öldürme olayları oranında Orta Çağ’a kıyasla 10 katından fazla bir düşüş olduğu görülüyor. Pinker bu düşüşün insan doğasında böylesine kısa sürede meydana gelen bir değişimle açıklanamayacağına, bunun kültürel değişimler ve davranış biçimindeki değişimle bağlantılı olması gerektiğine parmak basıyor.

NEDEN DÜŞÜŞTE?
Pinker günümüzde şiddet eğiliminin genel olarak düşüşe geçmesini çeşitli nedenlere bağlıyor. İlk olarak, etkin yasal sistemlere ve polis güçlerine sahip dengeli toplumların oluşumuna dikkat çekiyor. İkinci neden, uzayan yaşam süresinin insanları yaşamlarını şiddet yoluyla tehlikeye atma konusunda daha isteksiz kılması. Üçüncü neden, giderek artan küreselleşme ve her geçen gün daha da gelişen iletişim teknolojilerine bağlı olarak kendi “kabilelerimiz” dışındakilerle dayanışma ve empati kurma duygusunun da artması. Pinker’e göre, çağdaşlığın gücü durumun her geçen gün daha da iyiye gitmesini sağlıyor.
Ne var ki, savaş gibi barış da kaçınılmaz bir durum olmayabilir. Dünya üzerindeki uluslar bugün bile kitle imha silahlarıyla dolu dev cephaneliklere sahipler; silahlı çatışmalar bugün de dünyanın çeşitli yerlerini kırıp geçiriyor.

Barışı engelleyen temel unsurlar arasında köktendinciliğin özünde yatan hoşgörüsüzlük, toplumsal huzursuzluk ve şiddete yol açabilecek küresel ısınma, işsizliği tırmandırabilecek aşırı nüfus ve kitle imha silahlarının yaygınlaşması gibi unsurlar yer alıyor.

Pinker bu koşullar altında insanların kolaylıkla savaşa sürüklenebileceklerine inanıyor.
Neyse ki, savaşı körükleyici çevresel koşulların kavranması aynı zamanda onu önleyici yollara da ışık tutuyor. Günümüzde insanlar arasındaki çekişmenin ve bu çekişmenin beraberinde getirdiği savaş durumunun odağının yiyecek, su ve topraktan bir biçimde enerjiye kaydığına dikkat çeken LeBlanc,barışın sağlanması için gerekli iki temel unsurun nüfus denetimi ile fosil yakıtların yerini tutabilecek ucuz, temiz ve güvenilir başka seçenekler olduğunu belirtiyor. Katılımcı demokrasinin yaygınlaşmasını sağlamanın da kuşkusuz yararlı olacağını dile getiriyor.

savas resimleriHarvard Üniversitesi’nden Richard Wrangham ise olaya başka bir açıdan yaklaşıyor ve kadınların güç kazanmasına parmak basıyor. Kadınların eğitim düzeyi ve ekonomik olanakları arttıkça doğum oranlarının düştüğü bilinen bir gerçek. Dengeli bir toplumda devlet ve sağlık hizmetlerine ve doğal kaynaklara yönelik isteklerde azalıyor ve buna bağlı olarak toplumsal huzursuzluk ve çatışma olasılığı da düşüyor. Kadınlar şiddete erkeklerden daha az eğilimli olduklarından,Wrangham bu eğitimsel ve ekonomik yönelimlerin daha çok sayıda kadının iktidarda yer almasına neden olacağını ümit ediyor.
Tüm bunlar yalnızca boş umutlar mı? Savaşın sona erdiği yönünde herhangi bir beyan kuşku yok ki yersiz olacaktır. Ancak en azından savaşmanın insanın doğasında yatan bir dürtü olduğu gibi yazgıcı bir inanca rahatlıkla karşı çıkabiliriz.

Savaşmak insanın genlerinden kaynaklanan bir durum olmadığına göre, kaçınılmaz olması da kesinlikle söz konusu değil.

Rita Urgan

Kaynak: New Scientist John Horgan

www.dunyalilar.org

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu