İstanbul’dan çıkıp Kars’a oradan da Gürcistan’a geçiyoruz. Hayat boyu yollarda olsam hiç yorulmam bunu biliyorum. Sonsuz merakım bu kez Kafkaslar’ın peşinde…
İlk hedefimizTiflis;
Ardahan-Posof’a bağlı Türkgözü Sınır Kapısı’ndan Gürcistan’a ilk girdiğimizde keşif amaçlı yolculuğumuz başlamış oldu. İlk durağımız Ahıska… Orası bize Gürcistan’la ilgili ilk ipuçlarını verdi. Çalışma yaşamındaki kadınların yoğunluğu, yüksek sesle konuşan insanlar ve aşırı sıcaktan bunalıp göbeğini açan erkekler, sonsuz yeşil… Ve bir markette Türk Lirası’nı bozdurarak aldığımız Lariler. (Gürcistan para birimi-GEL). Ahıska’dan bir minibüsle asıl varmak istediğimiz yere yol alıyoruz. Bir nehir boyunca tam 4 saat yolculuk yapıp Tiflis’e ulaşıyoruz.
İpek Yolu’nun önemli kentlerinden biri olanTiflis, Gürcistan’ın başkenti olup Kura Nehri ile bölünmüş tarih kokan bir şehir. Tiflis’e geldiğimizde indiğimiz yer Didube. Şehrin ana garajı. Aynı zamanda halk pazarının kurulduğu yer. Didube’den “marshrutka” adı verilen minibüslerle (İstanbul’un sarı dolmuşlarını hayal edin biraz büyük ama hız aynı hız) her yere ulaşabilmek mümkün. Tren istasyonuna da bir durak uzaklıkta. Didube’de marshrutkalar dışında çok fazla taksi var. (Sovyet döneminden sonra işsiz kalan erkekler eğer arabası varsa genelde taksicilik yapıyor). Taksicilerle pazarlık yapmanız şart. Emin olun teklif edilenin yarısından da daha az bir fiyata gitmeniz mümkün. (hosteller için de geçerli, denedik gördük)
Rustaveli Caddesi’nin ne tarafta olduğunu ve yürüyerek gidilip gidilemeyeceğini öğrenmek oldukça güçtü bizim için. İngilizce de sorsak Türkçe de sorsak Gürcüce cevap veriyordu herkes. İçgüdülerimize güvenerek yürümeye başladık ve internetin bulunduğu ilk cafeye oturduk. Yemek yemek ve yolumuzu bulmaktı niyetimiz. İlk yemeğimiz Gürcülerin geleneksel mantısı olan Hıngal idi. Yemekten sonra merkeze giden bir otobüsle Rustaveli’ye ulaştık. Bu caddenin ismi ünlü Gürcü şair Şota Rustaveli’den geliyor. Cadde oldukça geniş muhteşem binaları, sineması ve sokak satıcılarıyla sizi karşılıyor.
Sovyetler Birliği’ne bağlı olduğu dönemde kent kültürel, sosyal ve politik olarak önemli bir merkezmiş. Şimdilerde opera binasının ve tiyatronun kapısını örümcek ağı bağlamış resmen. Sovyetler döneminde refah seviyesi yüksek olan sanata bütçe ve vakit ayıran halk artık buralara uğramıyor, uğrayamıyor. Tarihi şehrin etrafında modern binalar, otel ve alışveriş merkezi inşaatları hızlı bir şekilde devam ediyor. Her ne kadar yeni yeni parlak binalar inşa edilse de eski Tiflis bölgesinin heybetini hiçbir şey kapatamayacak sanıyorum.
Kazbegi
Ertesi gün Didube’den hareketle Kafkaslar’ın en yüksek tepelerinden biri olan Kazbegi Dağı eteklerine kurulu köyleri görmeye gidiyoruz. Kazbegi, Tiflis merkeze 150 km olmasına rağmen ulaşım 4 saate yakın sürüyor neredeyse. Yollar oldukça bozuk. Rahatsız bir yolculuk sonrasında ulaştığımız Kazbegi, çok daha uzun ve zorlu bir yolculuğu bile hak ediyor doğrusu.
Zaten yeşil olan Gürcistan burada daha da yeşil oluyor. Gözünüzün ulaştığı her yer çayır, organikliği henüz bozulmamış.
Stalin’in, takma adının (Koba-Kafkasların Robin Hood’u) yaratıcısı Ünlü Gürcü yazar Aleksandre Kazbegi için düzenlenen bir müze var merkezde. Kazbegi’nin ortasından akan nehrin sağ tarafından yukarıya yol devam ediyor. 2170 rakımda kurulmuş olan Gergeti Trinity tüm heybetiyle misafirleri selamlıyor yukarıdan. Buraya arazi araçlarıyla çıkabileceğiniz gibi yürüyüş rotalarını takip ederek de tırmanabiliyorsunuz. Kazbegi’den dönüşte Batum biletlerimizi almak üzere doğru tren istasyonuna gidiyoruz. Ancak düşündüğümüz kadar kolay olmuyor anlaşmak. Gişedeki kadın, İngilizce ya da Türkçe bilmediği için biraz zorlanıyoruz. Yardımımıza İstanbul’da yaşayan Gürcü bir kadın koşuyor. Biletler tükendiği için sonraki geceye bilet alıyor bizim için. Bu duruma iyi tarafından bakıyor, başka görülesi yerlerin peşine düşüyoruz.
Mtskheta
Gürcistan’ın eski başkenti ve dini merkezi şarap diyarı Mtskheta’dayız… Mtskheta büyük Kafkas Dağları’nın eteklerinde Mtkkvari ve Aragvi nehirleri arasında kalıyor. Buradaki tüm evler ve sokaklar harika. Tüm evler restore edilmiş ve koruma altına alınmış, kiliseler dışında yüksek bina görmeniz imkansız. İlk durağımız Svetitskhove Katedrali, merkezin biraz yukarısında yer alıyor. UNESCO tarafından bakımı yapılmış ve koruma altına alınmış. Çokça ziyaretçisi var. Katedralin içinde olağanüstü duvar resimleri yer alıyor. Ayrıca kutsal olduguna inandıkları bir kuyu da var içerisinde yanında bulunan kovayla su çekiyorlar ve yüzlerini yıkıyor gelenler. Jvari ve Samtavro Manastırlarını gördükten sonra şehir sokaklarında kayboluyoruz. Evler harika, evlerin bahçelerindeki meyve ağaçları harika, insanları harika son derece sıcak kanlılar..
Mtskheta da evlerin önlerinde ya da butik dükkanlarda hediyelik eşyalar satılıyor. Keçeden yapılan şapkalar, takılar, şarap içiminde kullanılan geleneksel boynuzlar ve Kafkaslar’a özgü birçok şey. Bir de şarap! Dünyaca ünlü Gürcü şaraplarından tadıyoruz ve alışverişimizi yapıp Mtskheta’dan ayrılıyoruz. Hostelden çantalarımızı aldığımız gibi istasyona geçiyoruz. Sonraki durak Batum!
Batum
“Ben giderim Batum’a Batum’un batağına” sözleriyle geçen bir tren yolculuğunun ardından Batum’dayız! (ÇEKÜL Koro arkadaşlarıma selam olsun ) Batum’un yakınlarında ünlü bir bataklık varmış aslında ama vaktim yetmedi görmeye, gördüklerimden bahsedeyim… Batum Gürcistan’ın, Karadeniz kıyısında bulunan bir liman kenti. Sovyetler’den kalma binaları, tiyatroları, poseidonlu evleri, parkları, dönme dolabı, yemekleri, şarapları, müzikleri, renkli gazozları, dansı, denizi ve tabiî ki botanik bahçesi…
Tren istasyonunda ayaküstü yapılan küçük bir taksi pazarlığının ardından doğru merkeze gidiyoruz. Taksici sayesinde bulduğumuz ev pansiyona yerleşiyoruz. Eski bir Sovyet apartmanı. Rengarenk Sovyet apartmanlarının denize bakan kısımlarında yükselen oteller ise korkunç. Sovyetler dağıldıktan sonra işsiz kalan ve taksicilik yapmak zorunda kalan erkeklerden bahsetmiştim. Kadınlar da pansiyon işi yapıyor. Evlerini terk etmeden bir odalarını kiralıyorlar. Evine yerleştiğimiz Maria, kocası ve kızıyla yaşıyor. Biraz Türkçe bilmesi bizim için avantaj. Bize hemen kahvaltı hazırlıyor. (Ev yapımı şarap, kahve, meyve biraz da çikolata) Kahvaltımızın ardından Batum hakkında kısaca bilgi alıyoruz. Sıcakta gezemeyeceğimizi anlayınca koşarak denize gidiyoruz. Plaja ulaşmadan geçmeniz gereken geniş bir park var. Bu park sahil şeridi boyunca devam ediyor. Büyük ağaçların gölgesinde oturulacak birçok yer var. Hatta gezerken birkaç kreşin derslerini bu parklarda yaptığına şahit olduk. Plajlar oldukça bakımlı. Özelleştirilmiş durumda tabii. Ucuz ama özel! Plajda yorgunluğumuzu biraz attıktan sonra yemek arayışına girişiyoruz. Et yemeyenlerin işi biraz zor Gürcistan’da. Mutfakları et ve hamur üzerine kurulmuş. Sebze çok tüketilmiyor, çorbadan habersiz gibiler ya da biz denk gelemedik bir türlü. Bu sırada harika binalar görüyor, kayboluyoruz. Yeni yerlerin en büyük keyfi bu sanırım. Kaybolarak keşfetmek!
Rustaveli’nin arkasına denk düşen tarafta büyük bir göl ve çevresine konuşlanmış hayvanat bahçesi ve yunus gösteri merkezi yer alıyordu. Böyle şeyleri pek hoş karşılamadığımız için gitmedik ancak halk ilgi gösteriyordu maalesef! Bunun dışında gölün çevresi büyük bir parkla (6 mayıs parkı) çevrilmiş durumda. Çimenlerde kitap okuyan, arkadaşlarıyla sohbeteden, çocuklarıyla oynayan insanlarla dolu.
Yemek faslını tamamladıktan sonra Batum merkezdeki gezimize devam ediyoruz.Sanat Müzesi, Stalin Müzesi ve farklı galerilerden geçiyor yolumuz. Bir poseidon sever olarak Batum ayrıca hoşuma gidiyor. Çoğu binada poseidon figürleri var, hatta kaldığımız dairenin balkonunun önünde bile poseidon figürlü bir çeşme yer alıyordu. Eski binaların yanı sıra yükselen yeni, şatafatlı binalar üzücü aslında. Mesela Sheraton Batumi şehrin her yerinden görünüyor. Sahil şeridinde de küçüklü büyüklü “ucubeler” boy göstermeye başlamış yavaş yavaş.
Eve döndüğümüzde Maria bize bir yorgunluk kahvesi yapıyor. (Gürcü kahvesi diye bir şey varsa o da dünyadaki kahvelerin karışımıdır kesinlikle. Biraz İran biraz Brezilya biraz da Türk kahvesi Maria’nın birleşimi) Kahve eşliğinde sohbete koyuluyoruz. O da İstanbul’u ve İzmir’i çok merak ediyormuş. Gürcistan’ın eski dönemlerini Sovyet dönemini özlediklerini söylüyor. “Bu kadar fakir değildik” diyor Maria.” Sahildeki binaları görmüşsünüzdür, zenginler tüm dünyada olduğu gibi zenginleşmeye devam ederken biz gitgide fakirleşiyoruz bu durum beni endişelendiriyor” diyor. Binalar konusu açıldığında kendisini korkutan bir diğer faktörün Türk müteahhitler olduğunu da ekliyor. Bunu ben de gözlemlemiştim. Bazı Türk inşaat firmalarının binaların önünde ilanları vardı. Eski binaları korumak yerine yıkımı tercih edip özüne bağlı kalmaksızın yerele yabancı binalar yapmalarını saçma bulmuştum. Büyük ihtimalle 2-3 sene içerisinde çok ciddi yıkımlar olacak gibi gözüküyor…
Akşamları herkes sokakta, parklarda vakit geçiriyor. Biz de yeterince dinlendikten sonra atıyoruz kendimizi sokağa. Birçok kiliseden geçiyor, şarap dükkanlarını geziyoruz.
Sokakta müzik yapanların önünde bir alan yaratılmış kalabalık tarafından. Bir kız dans ediyor. Hemen kızın karşısına başka bir erkek çıkıyor ve karşılıklı dans ediyorlar. Onlar alandan çıkıyor bir başkası atlayıveriyor ortaya hemen onun karşısına bir başkası daha. Müthiş kıvrak ve estetikler. Ayrıca müzikleri de son derece keyifli. Aklımda sabah gideceğim Botanik Bahçesi evin yolunu tutuyoruz. İstikamet Rustaveli Caddesi!
Botanik Bahçesi
“dünyaya orman denir”
Batum’a 9 km uzaklıkta olan Mtsvane Kontskhi’da (Yeşil Burun) yer almaktadır. Maria’nın verdiği otobüs güzergâhına göre hareket ediyoruz ve kolayca ulaşıyoruz botanik bahçesine.1880 yılında Ziraatçı M. Dalfons girişimleriyle oluşturulan bahçe 112 hektar üzerine kurulmuş. Parkta özellikle eski SSCB’nde ekonomik değeri olan yarı-tropikal bitkilerin yetiştirilmesi ve tanıtılmasına yönelik çalışmalar yapılmış. Batum Botanik Bahçesi’nde, Kafkasya’ya özgü yarı-tropik bitkilerin yanı sıra Uzak Asya, Yeni Zelanda, Kuzey Amerika, Güney Amerika, Himalayalar, Meksika, Avustralya ve Akdeniz’den bitkilerin yetiştirildiği bölümler bulunmaktadır. Parkın koleksiyonunda 5000’den fazla bitki türü bulunmakta, bunların 2000′i ağaç ve çalılardır. Ayrıca parkta 1200 gül türü bulunmaktadır. Maria botanik bahçesinin bağımsız enstitü oluşuyla bakımsızlaştığından bahsetmişti evde. Önceden Stalin’in emriyle kurulan Gürcistan Bilim Akademisi ilgilenmekteymiş bahçeyle, 2006 yılından itibaren bağımsız bir enstitü olarak hizmet vermeye başlamış. Bu hali bile beni büyülüyor. Harika bir bitki müzesi olmuş. Çeşitlilik gerçekten büyüleyici, metrelerce büyüklükte ağaç gövdeleri o kadar heybetli ki şaşkın şaşkın bir ağacın başından diğerine sürükleniyorsunuz. Hemen hemen tüm ülkelere ait bitki çeşitlerini görebilmeniz mümkün. Ancak bunun için çok fazla vakit gerekli. Biz 5-6 saatte çok küçük bir kısmını ancak gezebildik, ara rotalardan çıkıp ana rotadan tamamladık geziyi. Botanik bahçesinin hemen önünde bir plaj var. Burada yemyeşil bir ormanın önünde yüzmek ayrıca keyifli.
Daha gezilecek çok yer var ama vakit yok, vakit eve dönme vakti. Ertesi sabah hızlıca yapılan kahvaltının ardından garaja gidiyoruz. Trabzon’a gitmek üzere bindiğimiz arabayla Sarp’ı geçip Trabzon’a ulaşıyoruz ve sonrasında tüm trafiğiyle, karmaşasıyla bizi bağrına basıyor İstanbul.
Müge Değirmenci
www.dunyalilar.org