Yaşammanşet

Kendini Yaratmak

KENDİNİ YARATMAK

“Sevmek bir sanat mıdır? Öyleyse eğer, bilgi ve  çabaya gereksinimi vardır.

stages_tanrı_sevgi

”Kavramlarla savaşırken yanıbaşımdaki Erich Fromm ‘un “sevme sanatı” adlı kitabının kapağında yukardaki sarsıcı tespiti ilişiyor gözüme. Adil olmak yeti mi gerektiriyor? Tanrı kavramı satın mı alınır yoksa kozmolojik dünyası zenginleştirilecek aşkın bir özne midir? Barışçıl doğulur mu yoksa sonradan tıpkı resim yapmayı öğrenmek gibi ustalaşmayı mı gerektirir? Şeytan taşlamak (kötülüğü dışımızda arayarak) bizi kötülükten muaf mı tutar yoksa taşlamadan önce şeytanı bile anlamalı mıyız? Kötüye kötü deme hakkı herkese mi ait yoksa kötülüğü iliğine kadar yaşayan , onu hissedene mi ait?

Adalet, Barış, Sevgi , Ahlak, Tanrı, Vicdan, İyilik, Kötülük vb. kavramların günümüzün toplumsal gerçekliğinde hemen hemen hiçbir karşılığı yoktur. Bu toplumsal gerçeklikte boğulan birey, edindiği kavramları  yeniden yaratma sürecine girmelidir.

Tomurcuklar parçalanır ağaçlara taç olan çiçekler açar. Yılan kendini doğurur gibi derisini soyar. Kelebek kozasını deler  ve envai çeşit renklerdeki taze kanatlarıyla özgürlüğe uçar. Dağların bulutlarla ufuklandığı bir kayanın arasında sancılı, titrek bir oğlak doğar. Yeniye karşı doğanın dili bile sancılıdır, vahşidir. Organik bir savaşımdır, işlevsizliği, köhnemişliği reddeder. Değişimdir…

–Çorabımı bile değiştirmem, bana ne kazandırır ki!

–Sen de kimsin?

–Benden kaçamazsın! Yozlaşmış, işlevsiz, eskimiş , kokuşmuş bataklığınım ben. Ben senim, sadece burada rahat edebilirsin. Yoksa zor bir hayatı mı tercih ediyorsun? Kavram bataklığında boğarım seni!

–Özür dilerim okuyucu bu da benim diğer yanım.

–Özür dilediğine göre beni kabullenmemişsin, özür olarak görüyorsun beni.

Öncelikle çoraplarımızdaki kötü kokuya karşı duyarlı burunlarımız olmalı. O kokuyu burnumuzdan alıp ciğerlerimize kadar çekmeliyiz. Yani Can Yücel’in hissettiği gibi; “Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi. ”Sahip olduğumuz kokunun şiddeti ve onu hissetme gücü aklanmanın ,hoş kokmanın menzilini belirler. Şeytanımız ne kadar nefret doluysa Tanrımız da bir o kadar sevgi doludur. Hayır şeytanımızı taşlamamalıyız  gül uzatmalıyız. Zaten gülün hoş kokusundan habersiz olan şeytan onu dikenlerinden tutup acı çekecektir.

–Seni duydum, uzattığın gülü almam artık. Taş istiyorum ben, o beni güçlendirir. Nietzsche beni anladı “Beni öldürmeyen şey beni güçlendirir.”

–Değerlisin, insanoğluna secde edilmeyeceğini öngören ve diğer melekler arasında başkaldıransın. Tatmin olmadığın bir itaatı ,seni bile yaratan Tanrıdan saklamayacak kadar gözüpeksin. Dönekliği reddettin. Ademoğlundan kaynaklanan bunca kötülüğün hesabını memur melekler ve Tanrı veriyor mu?

Kendimizin üretmediği, yaratmadığı,  zenginleştirmediği, biçimlendirmediği kavramlarla samimi ve derin bir yüzleşme süreci yaşamalıyız. Onları yaratmak adına başkalarının, toplumun tanımladığı olguları, hisleri, duyguları, düşünceleri , imgeleri öcelikle reddetmeliyiz. Mevcut toplum sorunluysa biz de sorunlu bireyleriz. Mevcut kimliğimize, benliğimize , değerlerimize birer problem perspektifinden bakmalıyız.

Ekonomik alışkanlıklarımız düşünsel dünyamızı etkiler, şekillendirir hatta bu toplumsal pazar anlayışında zorunlu olarak belirler. Kavram mağazalarından düşünsel pazara , dışa dönük en işe yarar kavram giysilerini satın alıp benliğimize giydiririz. Olunması gereken değere yeni çıkmış  bir telefona sahip olurcasına kullanıp kısa sürede tüketiriz. Ceplerimiz değerlerle dolar ama sıra değeri vermeye gelince  en değer fakirleri bizler oluruz. Yoksul zenginleriz hepimiz.

Çoğu kişi ilk fırsatta hümanist olduğunu dile getirir. İsa’nın hümanist öğretilerine 300 yıl direnen Roma’nın zalim diye yaftaladığımız, hani o bizden olmayan zalim yöneticiler bana daha samimi gelmiştir.

Günümüz hümanistliğine gelince; modern kölelerin hümanistliği çok tehlikelidir. Herkese karşı hümanist olunabilir mi? Pazar anlayışı evet diyor olabilir, amacımız karşı tarafa benliğimizi pazarlamaksa, ona köle olmaksa neden olmasın? Böylece gider kavram mağazasından en işe yarar hümanist kavramını satın alırız. Oysa hümanistlik savaş halindeki karekterdir, sevgisi korkuya dayalı değildir, öz savunma halindedir gerektiğinde pençelerini gösterir.

Günümüz toplumun bireyleri hümanist olmak zorunda kalmıştır.

–Aa yoksa sen hümanist değil misin? Bak biz hümanist olduk. Çok işe yarıyor; hiç düşünmüyorsun mesela, sonra olumsuzlukların sorumluluğundan kurtuluyorsun hümanistsin ya.

Bir köle hümanist olabilir mi? Efendisiyle ilişkisi hümanist değerler taşıyabilir mi? Hümanist olmak zorunda kalmak şudur kısacası: Ben kötü değilim ve kötülükle   ilgili bir sorumluluğum yok. Bu olsa olsa maskeli köleliktir. Gücü yetmediği için olaylara, kişilere karşı hümanist olmak korkaklıktır.

Tanrı anlayışımız da sallantıdadır. Tarihsel-sosyolojik anlamda Sümer rahiplerinin yönetimsel gerçekliğini aşmadığı gibi günümüz toplumlarında ise parayla ilişkimiz gibidir. Zenginle ilişkimiz Tanrıyla ilişkimize çok benziyor. Varlıklılara karşı ürettiğimiz ilişki tarzı köle ahlakını derinleştirir, aynı köle ahlakı Tanrıyı koşulsuz kabul etme, onu sorgulamama , yeryüzündeki olumsuzluklardan Tanrıyı muaf tutma –tıpkı fakirliğin nedenini zenginlikte aramamak –eğilimi geliştirir. Bunlar bir yana varolduğumuz  toplumun Tanrısını kabul ederek aslında o toplumun “TANRI” kavramında biriktirdiği bütün imgeleri, psikolojik yanılsamaları, kendimizin yaratmadığı değerleri, koşulsuz bir ön kabule dayalı olarak içselleştirmeden benimseriz. Böylece toplumun nesnesi oluveririz.

Sorgulanmamış Tanrı içi boş, öylesine ön kabule dayalı, ayıp olmasın diye inanılmış psikolojik takıntıdan öteye gitmez.

Bence bu dünyada Tanrı, diğer dünyada insan hesaba çekilmelidir. Bu Tanrısal paradokstur.

Bir bebeğin tecavüze uğramasından Tanrı bu dünyada hesap vermeli, Tanrıyı bundan dolayı hesaba çekmemiş birey de öte dünyada hesap vermelidir.

Tanrı değerini kendimiz yaratıp bu değeri zenginleştirdikçe dünyamız büyür. Kendi yarattığımız bu değere yabancılaşmadan, samimi bir ilişki kurarak, santim santim özenerek nakştmeliyiz. Yeniden yaratılan Tanrı yeniden yaratılan birey oluverir.

Biz değerlerimize sadece sahibiz, onları hissetmiyoruz. Satın aldık, miras aldık, yerde bulduk…

Ruhumuzun esrarengiz katmanlarında bir  arkeolog sabrıyla ortaya çıkarmadık, keşfetmenin hazını yaşamadık. Anne-babamızın, öğretmenlerimizin, toplumumuzun psikolojik yanılsamalarının ürünleridir onlar. Onlar da başka toplumsal yanılsamalardan aldılar.

Kendimizi yaratmak adına öncelikle terk etmeliyiz kendimizi, kaybetmeliyiz benliğimizi, çöpe atmalıyız kavramlarımızı, değerlerimizi. Budur yeni duyumsanmış hayatın çözümü. Aksi halde yaratılmış oluruz, kendimizin öznesiyken nesnesi haline geliriz. Sevgimiz de bizim olmalı nefretimiz de.

Kendi ürettiğimiz nefret satın aldığımız sevgiden çok daha anlamlıdır.

Kendi yarattığım sevgi ve saygılarımla…

Muhsin Çetin

Dünyalılar – www.dunyalilar.org

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu