Ölmek üzere olan çok kişi gördüm ben. Bazıları, gördükten az bir zaman sonra öldü, çoğu ayak diredi ölmemek için. Çoğu için ölüm henüz hiçbir işaret vermemişti. Bir kısmı çok gençti. Bir kısmı daha çok yaşayacağını umarak gülüyordu. Onların da bir kısmı ertesi gün öldü. Bir kısmı ölümü bilerek bekledi, gülerek savuşturmaya çalıştı. Kimisi, dünyada yaratılmış en değerli şeyin -kendisinin- ölecek olduğuna bir türlü inanamadı. Onlar da öldü.
Hepimiz çok iyi biliyoruz ki Tanrı kutsal cinayetlerini işlemeye devam edecek ve alacak hepimizin canını. Bu Tanrı birgün hepimizi teker teker öldürecek.
Bir de çaresi olduğu halde “engellenmeyen” ölümler var. Ölmek üzere olanların imdadına yetişememek değil bu dediğim. İmdada yetişmek eldeyken, yapmamak.
Soruyorum size? Kim öldürürse cinayet sayılmaz? Tanrı diyeceksiniz. Ya da devlet.
Oysa Tanrı da Devlet de gün geliyor yalnız bırakıyor “kullarını”. Tanrı’nın aldığı canı anlıyor ve selam ile karşılıyor insanlar. Oysa devletin aldığı can öyle değil. Devlet yalnızca silahı insanlara doğrultup katlederek doğrudan almıyor canı. Bürokrasisiyle de alıyor. Yapması gerekip yapmadıklarıyla da alıyor.
Eskiden “egemen” iktidar dilediğini öldürür, dilediğinin ise yaşamasına izin verirdi. Oysa modern biyo-iktidarlar artık dilediğini yaşatıyor, dilediğini ise ölüme terk ediyor.
Parası olmayanların, imkan bulamayanların, sağlık hizmetlerine ulaşamayanların yaşadığı tam da bu. Bütün imkanlar elindeyken bir şey yapmamak ya da durumun ölümcül olduğunu bildiği halde bir şeylere izin vermemekse devletin ilk görevlerinden. Bürokrasi kimi zaman insanları ölüme terk etme makinası gibi çalışıyor.
Şimdi bu ölümcül modern bürokrasinin canları nasıl heba ettiğinin bir örneğini vermek istiyorum. Çağın “korkulu” rüyası olan ve her geçen gün daha da yaygınlaşan kanser hakkında bir iki kelam edeceğim.Her sene kanserden yaklaşık 150 bin kişi ölüyor Türkiye’de. Bu neredeyse bir kentin nüfusu. Her sene Türkiye’den bir şehir yok oluyor. Hiç kuşkusuz kanserle “savaşılıyor”, önlemler alınmaya çalışılıyor ama nükleer takıntısından, radyasyonlu çayları yurttaşlara içirmekten de geri kalınmıyor. Baz istasyonlarının zararlı etkileri ortada, radyoaktif atıklar Türkiye’nin her yerinden, üstelik kent merkezlerinden çıkıyor.
Bunlar görünenler. Bir de görünmeyenler var. Dünya Sağlık Örgütünün bile izin verdiği katkı ürünleri, özellikle şekerlemelerdekiler, ciddi kanserojen etkilere sahip. Çocuklarımıza kanserojen maddeleri cicili bicili paketlerde sunuyor sermaye. Bürokrasi bunların hiçbirisine dur demiyor. Beyaz ekmeğe neredeyse yasak koyan zihniyet, sermayeye dokunmamak adına bu ürünler hakkında ağzını açamıyor.
İşte bu konuda ağzını açıp verdiği hizmete karşılık tek kuruş para almadan savaşan bir kurum var. Lösev. Yıllardır devletin unuttuklarını, kıyıda köşede terk ettiklerini topluyor, hanesine alıyor, tedavi ediyor. Türkiye’de lösemili çocukların çoğu ilik sırası beklerken canından olurken, çoğu da ilik bulduğu halde transfer sırası beklerken ölmekteyken Lösev’e transfer yapması için izin bile verilmiyor. Burada da bürokrasi engeli gelip insanlığın karşısına dikiliyor. Seyretmenin, engel olmanın cinayet olduğunu bize en güzel bürokrasi öğretiyor.
Bakın Lösev kendi sayfasında ne diyor: “Lösemili ailerimizin % 87’si asgari ücretle geçinmeye çalışıyor. % 12’sinin hiçbir geliri yok, zar zor geçinirken sırtına bir de binlerce liralık lösemi tedavisi yüklenmiş. Biz bu insanların daha nesini alalım”.
Bu onurlu çalışmaya bir destek de bizden olsun. Kendi başlarına ya da devletin insafına bırakılırsa ölmek üzere olan çok çocuk gördüm ben. Lösev’e “sığınanlar” var. O çocukların gülümsemelerini görmelisiniz. O gülüşlere kayıtsız kalmak, sadece seyretmek cinayete ortak olmaktır. O nedenle Lösev önemlidir. Bu sessizlikte sestir. Bu kayıtsızlığa düşülen kayıttır. O nedenle ona destek “insanlık” dediğimiz her neyse işte ona destektir. Vesselam.
Not: Bir kısa mesajla nasıl yardım yapabileceğinizi Lösev’in internet sitesinden öğrenebilirsiniz.
Ali Murat İrat