Özgür ormanlarda kendi türkülerinizi söyleyebilmeniz dileğiyle: Küçük Kuşburnunun Hikayesi
Burası binlerce çeşit fidanın kaldığı bir barınaktı.. Kuşburnu da bunlardan bazılarıydı. Her birinin içinde olduğu küçük poşet saksıcılar yan yana diziliydiler, başlarına ne geldiyse hep birlikte gelmişti. Aynı şeylere gülmüş, aynı şeylerden canları yanmıştı. O hiç sevmedikleri ilaçları bile birlikte içmişlerdi. Hele o suratsız, kendini bile sevmeyen bakıcıları yok muydu? O doğadaki hiçbir şeyi sevmeyen zavallı bir adamdı. Önce kafalarını topraktan yeni çıkarmış fidanken bir tür anlam vermemişlerdi, onlara karşı böyle sevgisiz oluşuna. ”Bizi hiç tanımıyor ki, neden böyle nefret ediyor bizden acaba? Annelerimiz ona bir kötülük mü yaptılar ona?” diye konuşuyorlardı kendi aralarında. Ne var ki bir süre sonra anladılar bu asık suratlı adam kimseden haz etmiyor, kimseyle anlaşamıyordu. Kapıdan geçen kedilerle, köpeklerle, küçük kuşburnu fidanlarına şarkılar söylemeye gelen kuşlarla bile kavga ediyor. Etrafına sürekli küfürler yağdırıp bağırıyordu. Ne var ki Kudi Dayı’yı da yine burada tanımışlardı. Onlara öyle iyi davranıyordu ki her biri onun küçük yavrucuklarıydı. Böyle seviyordu onları. Ama küçük kuşburnu onun için bambaşkaydı. Küçük kuşburnu ile Kudi Dayı arasında büyük bir dostluk vardı. Kudi Dayı hep hep birlik olmayı ve hayata sıkı sıkı tutunmalarını öğütlüyordu. Ancak o zaman güçlü olabileceklerini anlattı onlara çok sefer. ‘Sizler özgür birer kuşburnu ormanı olacaksınız’ diyordu sık sık. O zaman anlam verememişlerdi Kudi Dayı’nın bu sözlerine. Çünkü dışarıdan bihaberdiler, orman neydi ki bilmiyorlardı…
Öyle çok zamandır birliktelerdi ki. Belki toprağa tohum olarak düşmeleri bile birlikte olmuştu, kim bilir. Ve işte o gün de birlikte çıkmışlardı yolculuğa.
Sabahın erken vaktinde gelen Kudi Dayı’nın yüzünde bir hüzün vardı o gün. Birşeyler olduğu çok belliydi. Bütün gün barınaktakiler koşturup durmuşlardı, yabancı adamlar gelip gitmişlerdi. Kudi Dayı belli etmemeye çalışsa da üzgündü, gözlerini küçük fidanlardan kaçırıyordu onlara su verirken. Küçük kuşburnunun yanına varıncaysa artık daha fazla tutamadı kendini ve ağlamaklı sesiyle ”Bugün gidiyorsunuz buradan, size hep bahsettiğim özgür bir kuşburnu ormanı olmanın vakti geldi artık. Söylediklerimi asla unutmayın. Her zaman birlik olun, köklerinizi toprağa sıkıca tutunun ki dallarınız sert fırtınalara dayanıp gökyüzüne uzanabilsin, meyvenizi cömertçe paylaşın insanlarla, sakın kibirlilik etmeyin” dedi. Küçük kuşburnu sözünü hiç kesmeden dinlemişti onu, ama öyle üzüldü ki ondan ayrılacağına. ”Sana layık bir kuşburnu ağacı olacağım” diyebildi zar zor.
Bu hüzünlü vedalaşmadan bir kaç saat sonra gitme vakti gelmişti. Birkaç adam gelip onları büyükçe bir arabaya yükledi. Küçük fidanlar yüklenirken Kudi Dayı hep oradaydı. Adamları dikkatli olmaları için sık sık uyardı. Küçük kuşburnu fidesini verirken elleri titredi. Yükleme bitip araba hareket edince son kez baktılar birbirlerine, sevgiyle… Ve işte sonu belirsiz bir yolculuk başlamıştı; öyle uzun, öyle sarsıcı bir yolculuk oldu ki yerlerine vardıklarında hepsi hepsi bitkin düşmüştü. Yaprakları, renkleri solmuştu. Ama geldikleri yer öyle güzeldi ki araba her tarafı görebilen bir yamaçta durdu. Anlaşılan o ki yeni yerleri burasıydı. Burada özgür bir kuşburnu ormanı olacaklardı. Hep bir ağızdan konuşup, gülüşüyorlardı. Hallerinden memnundular.
Ve işte indirme vakitleri gelmişti ki o sırada olan oldu. İçinde küçük kuşburnu fidanlarının da olduğu kasa dikkatsiz birinin elinden kayıp düştü. Her biri çığlık çığlığa bir yere dağılmıştı. Ama özellikle küçük kuşburnu için bedeli ağır bir kaza olmuştu bu. Düştüğü yerden kaldırılınca anlaşıldı ki boynu kırılmıştı. Çok canı yanıyordu. Ama çığlıklarını duyan olmadı, anlaşılan bu durum oradakilerin pek de ilgisini çekmemişti. Onu bir ağacın altına bırakıp işlerine geri döndüler. Bu onu öylesine incitmişti ki hıçkırıklara boğuldu. Kudi Dayı geldi aklına, o olsa böyle mi olurdu hiç. Ne yapar, ne eder kurtarırdı onu. Zaman geçtikçe ağrıları artıyordu, yaprakları iyice soldu. Artık onun için umut iyice azalmıştı. Bir iç geçirip karşı yamaçlara baktı. Sonsuz güzel manzaraya doymak ister gibiydi. Bu aslında küçük kuşburnu için yaşamla vedalaşmaydı sanki. Sonra utandı bu düşündükleri için. ”Böyle umutsuz, böyle kederli olmak yakışır mı bana, öleceksem de dimdik olmalı bu” dedi kendi kendine. Ve Kudi Dayı’nın öğrettiği bir şarkıyı söylemeye başladı sesinin çıktığı kadar.
İş bittiğinde bütün yamaç kuşburnu fidanlarıyla dolmuştu. Burası artık karlı dağlara bakan, hemen alt tarafından kocaman gürül gürül bir dere akan, serin rüzgarların şarkı söylediği özgür kuşburnu ormanıydı. Güneş çekilmeye başlamıştı. Ve fidanları buraya getirenler de gidiyorlardı artık, ki tam o sırada içlerinden biri küçük kuşburnu fidanını farketti. Onun için üzülmüş olmalıydı ki ötekiler ona seslendikleri halde arkada kaldı ve küçük kuşburnu fidanını aceleyle toprağa gömdü. Belki yaşar diye umut etmişti belli ki. Sonra uzaklaşıp gitti. Artık bundan sonrası küçük kuşburnu için yaşam mücadelesi demekti. İçi titredi. Bir an olsun acılarını bile unuttu. Nihayet toprağa kavuşmuştu kökleri. Ama susuzdu, kupkuru olmuştu her yanı. Günler böylece geçip gitti. Diğer kuşburnu fidanları serpilip büyümüştü bile, bir tek o küçücük kalmıştı. Çünkü bütün gücünü hayatta kalmak için harcıyor, kendini güçsüz hissediyordu. Yaprakları cansız, renkleri ise soluktu.
Önceleri bu durumu kabullenemiyordu. Çoğu defalar ”Neden ben, neden bu kadar şanssızım, özgür bir kuşburnu ağacı olmayı haketmiştim oysa ki” diye düşünüp üzülüyordu. Sonra Kudi Dayı’yı düşündü, ne demişti ona: ”Toprağa sıkı sıkı tutunun ki dallarınız gökyüzüne özgürce uzayıp gitsin.” Kudi Dayı’nın hep gülümseyen sıcacık yüzü geldi aklına yine. Artık mızmızlık yapıp kahırlanmayı bırakmalı, hayata sıkıca tutunmalıydı. Başka yolu yoktu. Etrafındaki fidelere baktı. Geç bile kaldım diye düşünüp muzipçe gülümsedi. Sonraki gün, günün ilk ışıklarıyla uyandı. Hemen alt taraftan akan dereye en yakın fidan oydu. Bunu daha önce farkedemediğine şaşırmıştı. Artık tek amacı bütün kökleriyle dereye ulaşmaktı. Kollarını kıpırdatmak için ilk denemesini yaptı. Bütün vücudu sarsılmıştı birden. Ama kararlıydı. Gün ağarana kadar şarkılar söyleyerek çalıştı, çabaladı.
Günler böylece geçip gidiyordu. İyiden iyiye alışmaya başlamıştı. Bu ormana, toprağa ve gürül gürül akan dereye sevgiyle, tutkuyla bağlanmıştı. Ölmek istediği zamanlar aklına gelince utanıyordu. Kökleri serpilip çoğaldıkça boynunu daha dik tutmaya başladı.
Ve işte günlerden birgün nihayet dereye ulaşmıştı kökleri. Bu onun ikinci yaşama dönüşüydü. Toprağa kavuşan küçük kuşburnu nihayet aynı özlemle suya da kavuşmuştu. Çok uzun yoldan gelmiş gibi kana kana su içti. Bambaşka bir fidan olmuştu artık, bunu hissediyordu.
Ve sonunda bu sonsuz güzel yerde bir sabah güneşin ilk ışıklarıyla sırtını heybetli bir dağın yamacına yaslamış kocaman özgür bir kuşburnu ormanı uyandı. Artık her bir fidan kocaman birer kuşburnu ağacı olmuştu ama içlerinden biri vardı ki bu özgür ormanda en heybetli, en neşeli kuşburnu oydu. Uyandı, gerindi, yapraklarını serin sabah yeliyle taradı ve taa dereye uzanan kökleriyle suladı tüm gövdesini. Bu onun yaşam zaferiydi ve her sabah tadını çıkarıyordu şarkılar söyleyerek. Tam o anda dallarından birinde gözüne çok güzel pembe bir çiçek ilişti. Yüzüne tatlı bir gülüş yayıldı. İlk aklına gelen Kudi Dayı oldu. Başarmıştı. Bağırmaya başladı neşeyle. Tüm kuşburnu ağaçları ormanın ilk çiçek veren kuşburnuna bakıyordu. Kudi Dayı’nın küçük kuşburnu fidesi meyveye durmuş bir ağaçtı artık. Onun hep hayal ettiği gibi özgür bir ormanda kendi türküsünü söylüyordu. Sesine çağıldayan derenin sesi karışarak.
Özge Ertaş
Dünyalılar