Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı 1943 yılında yazılmasına rağmen, zamanın hayli ilerisinde, düşündüren, duyuran bir eser. İnsan bir erkeğin kaleminden çıktığına inanamıyor yer yer!
Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna adlı eserini yıllar önce okumuştum; derin izler bırakmış olmalı ki, Londra’dan gelirken yanıma alabildiğim sayılı Türkçe kitabın arasında bu da yer buldu. Hayatımıza giren insanlar gibi kitaplar da tesadüf değildir. Öyle olsaydı dün bütün günümü onunla geçirmezdim. Yıllar önce belleğimde bıraktığı silik izler dün birer birer berraklaştı; eski bir dostla hasret giderircesine sarıldım kitaba…
Elbette şimdi tutup S. Ali’nin edebiyattaki yeri ve bu eserin hangi edebiyat tekniğiyle yazıldığı gibi konulara girmeyeceğim. Füsun Akatlı önsözde bu konulara değinmiş zaten.
Ben daha çok roman karekterleri; bu karekterleri şimdiye taşıyan özellikler v.b konulara değineceğim. Örneğin, romanın baş kadın karekteri Maria Puder’in şahsında resmedilen kendisinden emin, bir erkekle eşit yürümekte ısrarlı bağımsız kadın tiplemesi. İkinci önemli karekter, Raif Efendi tiplemesi; O da içinde yaşadığımız sosyal ilişkilerde sıkca rastlanan, “silik” “sıradan”, görmeden geçtiğimiz sayısız insandan birisi belki de…
Kısacası, 1943 yılında yazılmasına rağmen, zamanın hayli ilersinde, düşündüren, duyuran bir eser K. M. Madonna. İnsan bir erkeğin kaleminden çıktığına inanamıyor yer yer!
Bir şirkette çevirmen (mütercim) olarak çalışan Raif Efendi, patronu Hamdi’ye göre, “sessiz sedasız, allahlık bir adamdır, kimseye zararı dokunmaz” (s.16). birisidir. Hatta öyle sessizdir ki, o günün koşullarında dil bilen vasıflı birisi olmasına rağmen ne maaşına zam gelir ne de sosyal statüsü efendilikten beyliğe yükselir. R. Efendi, sıkıcı, evinden işine gitmekten başka bir özelliği olmayan, kimseyle gerekmedikçe iki laf etmeyen, hatta kendi öz menfaatlerini dahi savunmaya üşenen hayatın gerçekliğinin dışında bir insandır. İnsanı çileden çıkartacak kadar savunmasız! Anlatıcının (yazar) da belirttiği gibi, “sahiden sıkıcı bir mahluk”tur. “Arkadaşlarının anlattığına göre , o oldum olası böyle yaşamaktaydı. Kendisinin herhangi bir şekilde heyecanlandığını gören yoktu.” (s.21) . ve kimseyle rekabet etmediği gibi, şikayet etmeyişi, uzun suskunluğu, amirinin karşısındaki ezikliği, deli eder çevresindekileri.
Aslına bakılırsa Raif Efendi, içimizde sakladığımız, ,zamanında ortaya koyamadığımız itirazsızlığımız, “başarısızlığımız”, koşullara teslim oluşumuz, kadersizliğimiz, yalnızlığımız, zavallılığımız vb yanlarımızın ta kendisini temsil ettiği için bu kadar öfke duyulur ona.
Oysa patron Hamdi Bey öyle midir? Ne istediğini bilen, bilmese de “biliyorum” diyen, çalıştığı şirketin çıkarlarını her şeyden önce gözeten, yükselmek için kendisini pazarlayacak hiçbir fırsatı kaçırmayan, bulunduğu mevkinin gücüne sığınarak çecresindekileri azarlamanın, oyunun kuralı olduğunun bilincinde, hemen hemen her iş yerinde rastlayacağımız bir karekterdir. Anlatıcının okuldan arkadaşı olmasına rağmen, birinin iş aramakta olması, Hamdi Bey için önemli bir statuko farkıdır ve hiç es geçmeden karşısındaki arkadaşı, kardeşi de olsa mesafesini koyar, ezer:
“Mühimce mevkilere geçen adamların esaslı adatlerinden biri de galiba eski-ve kendilerinden geri kalmış- arkadaşlarına karşı gösterdikleri bu biraz da şuurlu dalgınlıktı. Sonra, o zamana kadar “siz” diye hitap ettikleri dostlarına birdenbire ahbapça “sen” alçakgönüllü ve babacan oluvermek, karşısındakinin sözünü yarıda kesip rastgele manasız bir şey sormak…” (s.14). Kısacası, İngilizlerin “patronizing” diye ifade ettikleri kibirli, üsten tavırlar. Muhatabını asla eşit görmez bu tür hayırseverler.
Raif Efendi’nin kalabalık ailesi de bugünün çoğu ailesinden farksızdır. 2. Dünya Savaşı öncesi Ankara’sının soğuk aile rüzgarları, bozkır ayazı kadar çarpar, içini üşütür insanın. Bulaşık suyu kokusu sinmiş buharlı mutfaklarda delik çorapları tamir eden, sevmedikleri çocukları doğuran, “”Boncuk mavisi gözleri eşya üzerinde bir saniyeden fazla duramıyor ve doğduğu andan beri sebepsiz bir iç sıkıntısını…”(s.29). ve bu sıkıntılara mahkum olmuş kadınlar.
Çoğu ailede olduğu gibi aile fertleri, zorunlu birlikteliğin getirdiği katlanma dışında pek yabancıdırlar birbirlerine karşı. Öyle birbirlerini tanıdıkları da söylenemez. Aynı çatı altında har-gür geçen hayatlar işte.:
“İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar”. (s.32).
Raif Efendi’nin doğduğu aile de şimdiki ailesinden farklı değildir birçok bakımdan. Varlıklı, zeytinlikleri, bağları bahçeleri vardır. Otoriter, buyurgan, yüzü gülmeyen bir baba, İki kız kardeşi, çaresiz annesi ve miras peşinde koşan eniştelerinden meydana gelen bir aile birliği!
Ve çocuk Raif , babasını birgün mahalle kahvesinde tavla oynarken seyreder. Evdeki babanın tersine, gülen, küfür eden bir adam, hayattan bir adam görür. Ve o çocuk ruhuyla karşılaştırır evdeki otoriter, dokunulmaz, korkulan baba figürünü. İkincisinin gerçekten babası olmasını arzular. Aile ve aile içi dAyanışma konusunda çok söz söylenebilir bugünle kıyaslayarak. Sonunda bu aileyi de miras birliği birleştirdiği gibi parçalıyor da. Han, ollsa bir türlü, olmasa bir türlü dedirtircesine…
Sonuç olarak sevdiği kadını bırakıp, ölen babasının bıraktığı yerden başlar hayata Raif efendi; ne fazla, ne eksik. Babası öldüğünde hissettiklerini şu cümleyle ifade eder: “onun boşluğunu değil fakat yokluğunu hissedecektim. (s.142).
Gelelim Kürk Mantolu Madonna, Maria Puder’e…:
Belli ki yazar, 1920’lerin sonu Almanya’sında iki yıl kalmış, romanının baş erkek karekteri Raif Efendi’nin gençliğini, aşkını de bu toplumsal yapıya oturtmuş ve Türkiye’ye taşıyamamıştır.
Tahmin edileceği üzere, 1. Dünya Savaşından yenik düşmüş Almanya, ekonomik, sosyal ve siyasi çöküntüden toparlanma sancıları çekmektedir. Genç Raif kendisini savaş yoksulu eski zenginler, maceraperestler, yangından mal kaçırmaya meraklı yeni girişimciler, kocasını savaşta kaybetmiş şehvetli “dullar, resim sergileri, sanat dünyası, botanik bahçeleri gibi oldukça ilginç bir ortamda bulur. Fakat onun ilgisini, siyaset, ekonomi bilmi değil, botanik bahçeleri, sokaklar, parklar ve sanat galerileri çeker. Çocukluğundan beri kendi içine kapanık, kitaplar ve kurduğu hayallerle yaşayan, yalnızlığından hoşnut bir insandır. Hayal dünyası onu bir resim sergisinde yakalar; sergide gördüğü K.M. Madonna’ya aşık olur. Günlerce aynı tabloyu seyreder. Ve sonunda portenin sahibi Maria Puder’le tanışır. Puder’in kendisi gibi, Kürk Mantolu Madonna da bilinen Aziz Meryem tablosundan çok farklıdır ona göre. Ne iki tarafındaki melekler umurundadır ne de kucağındaki Mesih. Yakaran değil, düşünen, hayat hakkında bazı kanaatlere varmış bir kadındır. Raif’in bırakın ona dokunmayı, sevgili olmayı, onunla karşılaşmayı dahi hayal edemeyecek uzaklıktadır.
Maria Puder de bir nevi göçmendir Berlin’de. Babası Prag’lı bir Yahudi, annesi Alman’dır. İyi bir ressam olmasına rağmen fırçasını para getirecek çalışmalardan uzak tutmuş, hayatını ucuz bir kabarede keman çalarak idame ettirmektedir.
Bu noktada biraz Sabahattin Ali’nin, Raif aracılığıyla anlattığı Puder tiplemesine kan caan bulan kadına değinmek istiyorum:
Böyle bir kadın karekteri ancak feminist bir kalemin ürünü olabilir dedirtecek kadar zamanın ötesinde gerçekten. Acaba Sabahattin Ali o günlerin Avrupa’sında cereyan eden 1. Dalga Feminist Haraketten haberdar mıydı sorusu geliyor insanın aklına.
Tek başına savaş sonrası Almanya’da, annesi ve kendi sorumluluğunu yüklenen bir kadın düşünün. Öyle bir kadın ki, bugünün toplumlasal cinsiyet rollerinden haberdar, erkeklerle sadece toplumsal planda, yasalar önünde eşitliği değil, bir kadın, bir sevgili olarak da eşit ve özgür bir ilişkiyi isteyen, bir erkek tarafından seçilen değil, seçen olmayı tercih eden bir kadın. Zihinsel ve duygusal dünyasını anlamayan, kendisini önce bir insan olarak kendisiyle eşit görmeyen , dinlemeyen, bir yabancıyla birlikte olamayacağını, sevemeyeceğini haykıran bir kadın Puder:
“…dünyada hiçbir mahluk bu kadar kolay muvaffakiyetler peşinde koşmaz ve hiçbir mahluk bir erkek kadar hodbin, kendini beğenmiş ve nahvetli (kibirli) fakat aynı zamanda korkak ve rahatına düşkün değildir. Bir kere bunları farettikten sonra erkekleri sahiden sevebilmem imkansızdı.” (…) “bir kadına aşık olmayı tercih ederim.” (s.98).
Puder bunları derken, hemen ardından da bir kadınla sevişmeyi güzel bulmadığını ve hatta “doğal” bulmadığını vurgular. İstediği erkek, bir kadına sığınmayan, kadının da sığınmasına, korumasına karşı olan bir insan olmalıdır. Ve kadının fikirlerine önem veren, dinleyen biri. Tam bu noktada Raif’in şu cümlesi imdada yetişir gibi: “İkimiz de birer insan arıyoruz, kendi insanımızı” (s.99) .
Raif, Maria Puder’in aşkına yaklaştığı, hislerine karşılık, kıymet verildiği andan itibaaren bambaşka bir insan olur.
Diğer erkeklerden birisi değildir artık, Maria’nın yanında yürüyebilen bir erkektir. Hayata ilgisizliği, çekingenliği gitmiş, büyük bir enerjiyle her şeyin üstesinden gelebilecek bir ruh haline bürünmüştür.
“Her günüm, her saatim uyuduğum zamanlar bile dopdoluydu.” (p.86). diye ifade eder bu ruh halini.
Ve diriliş gibi bir şeydir bu aşk halleri. Her şeyi konuşabildiği, “bu beni anlar” dediği bir insanla buluşmuştur artık.
Bütün bunlar endişelere kapılmasına engel değildir. Artık ulaşılmaz saandığı ve günlerce seyrettiği Madonna tablosu ete, kemiğe bürünmüştür.
Bunun sarhoşluğunu, inanılmazlığını yaşarken, dokunursa kaybedeceği korkusu da kaplar içini.
Bu iç sesi, Raif’in peşini bırakmaz. Vicdanın sesidir aslında erkekliğine güvenmeyen.
İçine düşeceği tehlikenin farkındadır, onu eski haline götürecek tehlikenin:
“İleriye atılmayan her adımın insanı geriye götürdüğünü ve yaklaştırmayaan anların muhakkak uzaklaştırdığını karanlık bir şekilde seziyor ve ..” (s.109).
Ve gerçekten bu kucaklaşmanın bir sonu olmamasını şiddetle arzu eder.
Hikaye bu noktadan sonra ateşli bir aşka dönüşür. Fakat bu aşk neden yaşanamaz diye sorası geliyor insanın. Her şey mükemmeldir.
Biraz evvel söylediğim gibi, romanda çizilen bağımsız, yazarın idealindeki, içindeki kadındır. Böyle bir kadının özlemiyle tutuşur. İçindeki erkeği ve onun egosunu, hırsını, bir kadına hükmetme öğretilmişliğini, hepsini yıkar. Hiçbir engel yoktur artık iki aşık arasında. Hal böyleyken Berlin’de yaşayan aşk, Raif’in dönüşüyle son bulur.
Oysa onu sevgilisinden ayıran sebepler aşılmayacak gibi değildir; kendisine kucak açmış ne bir aile ne de başka bir tutkusu vardır döneceği yerde.
Üstelik sevgilisi vedalaşırken çağırırsa geleceğini de vaadetmiştir.
Maria Puder’in mektupları kesilir önce. Okuyucu olarak insanın neden Berlin’e gidip araştırmadığı sorusu gelse de Raif bunun nedenlerini rasyonel akılla izah eder..
Öyle ki yaşayan bir ölü Raif Efendi olarak çıkar karşımıza çekmecede unuttuğu defter gibi.
Gelelim tüm bu olayların yaratıcısı Sabahattin Ali’ye.
Roman bugün de güncelliğini, etkisini koruyan düşünce ve fikirlerle beslenmiş. Fakat yazar sonu bilerek mi böyle kurguladı orasını bilemeyiz ama biraz spakülasyona girse de şu sözleri söylemeden edemeyeceğim:
Statuko kazanmıştır sonunda. Raif koşullara teslim olmuş, Kendisiyle her bakımdan eşit, hatta daha da ileride güçlü bir kadına koşmaya cesaret edememiş, tersine, şefkat, merhamet beslediği, arzularını, zihnini doyurmayan bir yabancıyla evlenmiş, çoluk çocuk yapmıştır. Romanın sonunda da Raif Efendi dürüstçe yenilgisini, acizliğini, aşkına sahip çıkamamasını peşin peşin kabul eder.
Peki ya Maria Puder?
Onun sesini duyamıyoruz, çoğu kadın gibi konuşmadı henüz. Ama, ama hikayenin sonunda “piç” bir aşk çocuğu bıraktı herşeye rağmen bize umut veren…
Emine Özkaya ( ozkaya_emi@hotmail.com )
20 Aralık 2014