“Birisini yargılamadan önce, onun ayakkabısıyla bir kilometre yürümelisin” diyen Kızılderili atasözü ne doğru. Ya da Martin Luther King’in söylediği gibi, “Nefreti nefretle kovamazsınız. Ancak sevgi, nefreti kovabilir.”
Yıl 1992 idi. Televizyonda, bir Oprah programı izliyordum. Şimdi sizinle programın akışını paylaşayım. Hâlâ dün gibi aklımda…
Seyirciler stüdyoya geldiğinde, bekleme salonunda ikiye ayrıldılar. Mavi gözlüler küçük bir salona, kahverengi gözlüler geniş bir salona alındı. Neden iki ayrı salona alındıklarına dair en ufak fikirleri yoktu.
Mavi gözlülerin boynuna yeşil kumaştan yapılmış boyunduruklar takıldı. Bekleme odasında var olan
birkaç sandalye dışında oturacak bir yer yoktu, bu nedenle mavi gözlüler tıkış tıkış bir ortamda iki saat boyunca ayakta beklediler. Bu sürede onlara kahve ve su dâhil hiçbir ikramda bulunulmadı. Soru soranlara ya da durumdan şikâyetçi olanlara ise kaba davranıldı ve isterlerse defolup gidebilecekleri söylendi.
Kahverengi gözlülerin salonunda ise herkesin oturabileceği rahat koltuklarla masalar vardı. Onlara börek çörek, su, kahve, çay gibi her türlü ikram sunuldu. Görevliler kahverengi gözlülere son derece nazik ve saygılı davranıyordu.
Stüdyoya önce kahverengi gözlüler alındı. Ön sıralara oturtuldular. Mavi gözlüler kendi salonlarında ayakta beklerken ve olan bitene bir anlam vermeye çalışırken kahverengi gözlülerin stüdyoya alınışını izliyorlardı. Epey bir süre sonra nihayet mavi gözlüler stüdyoya alındı. Ama arka sıralarda ve yerlerde oturmak zorunda kaldılar. Kimileri ise yerlerde bile yer olmadığı için ayakta kaldı.
Oprah’ın konuğu Jane Elliott adında bir öğretmendi.
Jane Elliott, otoriter bir tavırla sahnede “bilimsel araştırmalara” dayanan istatistiksel rakamlar vererek mavi gözlülerin tembel, beceriksiz ve kahverengi gözlülere göre daha az zeki olduklarını kanıtlayan bir sunum yaptı.
Kahverengi gözlü seyirciler bir saatlik gösterinin daha ortasına bile gelmeden Jane Elliott’un “istatistiklere” ve “bilimsel verilere” dayanan “kanıtlarını” doğru olarak kabul etmişlerdi bile. Kendi üstünlüklerine inanmışlardı. Söz alan bazı kahverengi gözlüler, kendi hayatlarından örnekler vererek mavi gözlü tanıdıklarının ne kadar aptal ve beceriksiz olduklarını gösteren olayları ve durumları birbiri ardına sıralıyorlardı. Mavi gözlüler ise, eğer lütfen kendilerine söz verilirse -ki bu pek kolay değildi- kendilerinin de kahverengi gözlüler kadar zeki olduklarını kanıtlamaya çalışıyorlardı.
Bir mavi gözlü, Jane’e “Senin gözlerin de mavi. Peki, sen de aptal ve beceriksiz misin?” diye sorunca Jane’in verdiği cevap ilginçti: “Benim kocam ve iki oğlum kahverengi gözlü. Onlardan kahverengi gözlü gibi davranmayı öğrendim. Eğer siz de kahverengi gözlüler gibi davranmayı öğrenirseniz boyunduruklarınızı çıkarabilirsiniz. Ama bunu kolaylıkla becereceğinizi hiç sanmıyorum” dedi.
Stüdyo, kahverengi gözlü seyircilerin mavi gözlü seyircileri aşağıladığı bir ortama dönüştü. Tüm bunlar bir saatlik bir şov esnasında oluyordu.
Mavi gözlüler öfkeli, kızgın, kırgındı. Kimi oturduğu yere sinmiş, kimi agresifleşmiş, kimi de ağlıyordu.
Oprah stüdyosunda yapılan bu egzersizin amacı beyaz insanların, beyaz olmayan ırkların nasıl hissettiklerini anlamalarını sağlamaktı. Hem de bir saatliğine değil ömür boyu böyle hissediyordu beyaz olmayan insanlar.
“Çoğu beyaz insanın bildiği tek realite beyaz insan realitesidir” diyordu Jane.
Amerika’da yasalara aykırı olsa da ırkçılık halen var.
Her şirket, belli oranda beyaz ve Amerikalı olmayan insanı işe almak zorunda. Yetmişli yıllarda bir iş mülakatında benimle görüşen yetkili kişinin söylediklerini hiç unutmuyorum.
“Bir zenciyi ya da Meksikalıyı işe almaktansa seni işe almayı tercih ederim. Sen sarışın, mavi gözlüsün.”
Yani beyaz olduğum için işe alınacaktım ve “yabancı kökenli” olduğum için de kotaya uygundum. Adam daha mülakat sürecinde ismimi Nil’den Nellie’ye çevirmişti bile.
Bu işi kabul etmediğimi söylemeye bilmem gerek var mı?
Amerika’da çok kısa bir süre tutucu, ırkçı beyaz bir kasabada yaşadım. Orada yabancı olmama rağmen, sarışın mavi gözlü olduğum için hiç ayrımcılığa maruz kalmadım. Gerçi oğullarının bu yabancı kökenli kızla evlenmelerine izin verirler miydi? Onu bilemem. Ama rengi sadece siyah değil, koyu tenli olanların üstelik yabancı iseler dışlandıklarına defalarca şahit oldum.
Tüm dünyada ayrımcılık var. Her ülkenin kendi “zencileri” var. Sadece ten renginden dolayı değil, milliyetinden, etnik kökeninden, cinsiyetinden, cinsel yöneliminden, dininden, mezhebinden, hatta ateist olmasından dolayı insanın insana yaptığı ayrımcılık her yerde. Bu insanlar bir saatlik süre için değil, ömür boyu aşağılanıyor. Ömür boyu itilmeye kakılmaya maruz kalıyor, şiddete uğruyor, öldürülüyor. Kadınlara, eşcinsellere yönelik şiddet her gün gazetelerin üçüncü sayfasında. Mezhep savaşları, din savaşları, etnik köken savaşları iki taraftan da binlerce can alıyor. Ne uğruna?
Neden şiddete maruz kalıyor bu insanlar? Doğuştan getirdikleri, değiştiremeyecekleri bir özellikten dolayı.
Bir kişi, hiç emek vermeden sahip olduğu, doğuştan getirdiği bir özelliğinden dolayı kendisini diğerlerinden üstün görüyorsa ve kendisine benzemeyeni aşağılıyorsa bu zavallılığın ve öz nefretin ta kendisidir. Kendisine duyduğu öfke ve nefret “ötekileştirdiği” insanlara yansıtılır.
İnsan denilen varlık, ırkını, cinsiyetini, milliyetini, etnik kökenini, cinsel yönelimini kendisi seçmiyor. Öyle doğuyor. Hatta din bile çok küçük yaştan itibaren öğrenilen, çocuklara aileleri tarafından benimsetilmiş bir kavram. Hangi ülkede ve ailede doğmuş olduğumuza göre değişiyor.
Jane, programın sonunda “Yeşil boyunduruğu çözüp atabilirsiniz. Ama derinizin rengini nasıl değiştireceksiniz? Gözlerinizin rengini uzaktan göremediğimiz için yeşil boyundurukları taktık size. Ama derinizin rengini uzaktan bile görebiliyoruz” dediğinde salona sessizlik hâkim oldu.
İnsan tüm bu doğuştan getirdiği özelliklerini nasıl değiştirebilir?
Hepimizin parmağı kesildiğinde kanı kırmızı akıyor.
Oprah Şov’da gerçekleştirilen bu deneyin bir başka amacı da insanların ne kadar kolaylıkla beyinlerinin yıkanabileceğini göstermekti.
Eğer bir saatlik mavi göz karşıtı propaganda Oprah’ın üç yüz seyircisini ikna edebiliyorsa, başka hangi yalanlara kolayca ikna oluyoruzdur? Özellikle “uzman” kişilerden gelen “bilimsel” propagandaya çoğumuz ne çabuk kanıyoruz?
İşte Jane Elliott’un vurgulamak istediği nokta buydu. Çoğunluğun düşündüğü doğru mu? Uzmanların her söylediği doğru mu?
Politikada, sağlıkta, beslenmede, eğitimde, medyada sıklıkla yer alan “uzmanların” hayatımızda danıştığımız tüm “uzmanların” bize söyledikleri doğru mu?
Çoğunluk, “Dünya düzdür” derken bir kişi, “Dünya yuvarlaktır” diyebilmişti. Bu konuda çoğunluk değil, bir kişi gerçeği dile getiriyordu; söylediği gerçek, çoğunluğun ve Kilisenin hoşuna gitmese de. Gerçeği dile getirdiği için Kilise onu ölüme mahkûm etmişti… Tarih boyunca gerçekleri dile getiren nice insan işkence gördü, öldürüldü, yakıldı. Kişileri öldürebilirsiniz ama gerçeği asla!
Ayrımcılık, doğuştan gelen bir özellik değildir. Hiç kimse ayrımcı olarak doğmaz. Sonradan ince ince beyin yıkama ile öğrenilir ne yazık ki.
Ayrımcılık empati yoksunluğudur.
Ayrımcılık, bilinç seviyesi düşüklüğünün göstergesidir.
Ayrımcılık, adaletsizliğe yol açar.
Ayrımcı insan cahildir; kaç üniversite diplomasına sahip olursa olsun.
Ayrımcılık paylaşılan cehalettir.
Jane Elliott’un söylediği gibi, “Tanrı tek bir ırk yarattı: İnsan. Irkçılığı ise insan yarattı.”
Nil Gün