2 göbek öncesinden nenemin o gün, samanlıkta kiminle seviştiğini bilmiyorum ki!
Melezim ben, köksüzüm… ve bundan gayet memnunum!
Bizim peder eski asker, emekli albay, Kıbrıs gazisi kendisi. İyi bir askermiş… Pederin kütük İstanbul, ama babası zamanında Sivas’tan göçmüş. Esmerlik oradan geliyor yani. Aklınızdaki soruyu cevaplayım; Alevilik falan yok. Annesi ise İstanbul’un yerlilerindenmiş. Öyle diyor en azından… Pek anlatmaz peder, nasıl anlatsın ki? Adamı, daha 11-12 yaşında askeri ortaokula yazdırmışlar ve göndermişler Erzincan’a; o zamanlar askeri ortaokul varmış orada. Ev bütçesinden bir boğazlık masraf daha düşsün diye. Hiç 12 yaşında bir askeri öğrenci/çocuk resmi gördünüz mü? Diyecek bir şey bulamazsınız genellikle. Tüm bedeni yutmuş bir ceket, neredeyse gözleri kapatan bir şapka: patetik. Her şeyi, tüm çocukluğu, hayalleri, evi, aileyi, arkadaşları almış götürmüş resmi bir kumaş yığını. Köksüz yani bizim peder de. Anlatmıyor o zamanları, çünkü anlatacak bir şeyi yok muhtemelen; okuldaki koğuş hayatının korkuları, trajedisi, çilesi dışında… 12 yaşında bir çocuk,Erzincan’da, 60’ların başındayız. Devlet işte, her yerde olmuş onun hayatında… Romanın lejyonları, Osmanlının yeniçerisi, Cumhuriyet orduları; hepsi de aynı esası takip eder aslında; köksüz, bağlantısız, tamamen devlet için ve onun üzerinden var olan bir silahlı zümre.
Böyle giriş yapmış devlet bizim aileye. Ama ne giriş! Sadece baba değil ki, herkes devlet bizde; hem de silahlı kanatından… Babanın babası, polis; Anne, polis; Annenin babası, polis; dayı, polis…Türk-Sünni-Hanefi, her şey uyuyor; aynı zamanda tek başına bir cephanelik bizim akraba topluluğu! Ama ben pederin üniformasını daha çok severdim küçükken; polise kıyasla daha fiyakalı, asil gelirdi o kıyafet; polis, avamdı gözümde, çok halktı. Ama sonra onu da çok sevdim, Behzat Ç.’nin bizim ailedeki “varyantı”, İzmir’deki dayım beni Basmane pavyonlarına götürmeye başlayınca, daha 14-15 yaşlarında. Orada hırsızlık büroda komiserdi. Uzun boylu, esmer, çok yakışıklı adamdı, harbiden güzel adamdı; sertlikle karışık bir sevecenliği vardı; en azından benim için (sonradan hakkında, şüpheliye kötü muamele suçlamasıyla davalar açıldığını öğrendim!). Oranın kralıydı, kimse kusur etmezdi ona. Pavyon delisiydi, sanırım her pavyonda birkaç sevgilisi de vardı. Hâlâ unutmam o ağırlamaları pavyonda. “Celal komserim gelmiş” derler, en güzel masayı verirlerdi ona. Malibu söylerdi! Bir tane de bana. Lanet bir içkidir o, çok içtiğinizde kusmanız kaçınılmaz. 80’lerin sonu 90’ların başındayız, o ortamı siz tahmin edin (kaçak sigara ve içkiler, vb.). Otururduk biraz, şöyle 10-15 dakika, sonra giderdi o; hep giderdi o; muhtemelen “sevgilisini” görmeye. Kalırdım öyle tek başıma masada; bakardım öyle büyülenmişcesine… Tanrım! Oradaki tüm kadınlar ne kadar da güzeldi…
Her neyse; ama askeriye öyle değildi benim için; daha itibarlıydı, daha yüksekteydi, aynı zamanda daha da çocuksuydu. Kışlaya gitmek en büyük mutluluktu benim için. Malum, komutanın oğlu gelmiş, her türlü şımarıklık, terbiyesizlik serbest! “Asker abilerle” oynamak ne güzeldi! Sen yokken orada olan biteni bilmiyorsun ki! Garipler, çekiyorlar işte senin şımarıklıklarını. Komutanın oğluyla savaşçılık oynuyorlar! Hem de gerçekten! Her şey gerçek orada, yalandan, tahtadan silahlar değil; gerçek silahlar, gerçek araçlar, gerçek tanklar… Daha ne istersin ki? Üstüne üstülük bir de Küçük Amerika orası, öyle filmlerde gördüğümüz gibi. Amerikan ordusunun tüm kullanım dışı teçhizatı orada; Willys Jeep’ler, M1 piyade tüfekleri, parkalar, çelik başlıklar. Hepsi senin, oyna işte! Amerikan ordusu hep iyilerin ordusu olmadı mı? En azından filmlerde öyle değil miydi? Türk ordusu da iyilerden doğal olarak; asker abi, babamın arkadaşı bilmem ne “amca”, onlar da “iyiler”den. Onlar kötü olamaz ki; haksızlık yapamazlar ki; benimle oynayan asker abi; karşı komşumuz bilmem ne “amca”, onlar insanlara kötülük yapamazlar ki; öldüremezler ki, zaten gerçekten de ölmezler onlar savaşçılık oyununda. Gerçek ölüm-gerçekten öldürmek yok o dünyada.
Kısacası güzel bir çocukluk hayatı; işler yolunda, kimlik ve aidiyetler sağlam, sarsılmaz; devlet sempatik; ordu sempatik… Ama ta o yıllarda beni çeken bir şey var, lojmanların, kışlaların ötesine doğru. Sonra, tayinler, şark, Tatvan… Tembihleniyor sürekli; pek fazla dışarı çıkmayın. Dışarı neresi? Lojmanların dışı? Neden? Bilmiyorum. Tek bildiğim, gitmek istediğim, ötekine, bilinmez olana; bu sanırım o günden beri hiç değişmedi bende. Ve Kürtler; adlarını ilk defa Ankara’dan Tatvan’a giden yataklı trende duydum. Bir anda camlar kırılmış ve yan kompartımandaki biri yaralanmıştı. Devlet düşmanıymış bu Kürtler, öyle dedi trendeki biletçi, her defasında trenleri taşlıyorlarmış. Üstelik bunu yapanlar da benim boyumda çocuklar! Anlamadım ama korktum. Kürt, iyi bir şey değil; attım hafızaya. İkinci karşılaşma daha sempatikti. Pederin çok uzaktan bir akrabası Başkale Belediye Başkanıymış. Ne alaka? Bunu hâlâ bugün de bilmiyorum. Zaten sadece bir kere gördüm o adamı hayatımda. Ulan yoksa bizim pederde de mi Kürtlük var? Yok hocam kalsın, zaten benim kimlik bildiğin benlik cümbüşü, bir de bu yeni aidiyetle uğraşmayım. Hoşap kalesi var orada, gezdik bizim Renault 12’yle. O ne ağırlamaydı öyle, kuzular kesildi, silahlar sıkıldı. Bana da bir tane oyuncak, böyle patlayan, ses çıkaran cinsten bir silah vermişlerdi. Harika bir tabancaydı, hiç unutmam. Ama birlikteliğimiz kısa sürdü, pantolonumun beline sıkıştırmıştım, tuvalete gidip düğmelerimi çözdüğümde helâya düşürdüm, öylece gitti güzelim tabanca, çok ağladım çok. Kaleyi ziyaret ederken bir Fransız turist grubu da oradaydı; ilginç bir tesadüf, nereden bileyim yıllar sonra hayatımın önemli bir kısmının Frenk diyarında geçeceğini ve Fransızlar ve Kürtlerin hayatımın geri kalanında hep merkezi yerlerde olacaklarını. Turistler gelmiş ya; belediye başkanı dizmiş sıraya, yöresel kıyafetleriyle Kürt kadınlarını. Tanrım! Oradaki tüm kadınlar ne kadar da güzeldi…
Sonra başka tayinler, başka ötekiler; sürekli bir göçebelik hali. Boktan da bir şey aynı zamanda, sadece ilkokulu 6 ayrı okulda okudum ben. Her defasında yeni arkadaşlar edinmen lazım ama gruplar zaten kurulmuş, hep sonradan giren oluyorsun; çekingenlik, sıkılganlık, ağlamalar. Ama yine de o tadı aldım sanırım. Bugün de, 2-3 yıl bir yerde kaldıktan sonra kıçıma bir şeyler batması bu yüzen sanırım. Öteki, hem gizemli hem de biraz tedirgin edici. Belki de bu bileşim çekiyor insanı. Lojmanlar ve dışarısı; sınırlar çoğu arkadaşım için netti; ama benim için değil; sürekli gitmek istiyordum sınırın öteki tarafına. Lojmanların, askeri dünyanın o seçkinci havası sıkıyordu beni. Bir taraftan itibarlıydı da aslında; okula askeri servisle falan gitmek, pek fiyakalı işler bunlar. Sen farklısın, başka dünyadansın, üstünsün, vb. Hoşuma da gidiyordu yani, özgüven sağlam, eyvallah, ama boğuyor da. Sivil hayat, ya İzmir’deki dayımın hayatı gibiyse? Ah o pavyonlar, kadınlar! Uzun yıllar dayımla babam arasında gidip geldim sanırım. Babam belki de o yüzden pek sevmez dayımı, aklımı çeldi diye muhtemelen.
Sonra, Ankara, son durak; tüm lise ve üniversite hayatımın geçtiği yer. Kırılmalar şiddetleniyor. Diğer dayımlar, Kurtuluş’ta oturuyor; kolej, seyran, türközü, vb. Bambaşka kodlar, bambaşka değerler. Bizim lojmanlar Çankaya’da. Lise ise Ayrancı’da. Sivil hayat artık önümde; sınırlar kalktı. Tam ergenlik dönemi; sapıtma yılları: askeri inzibattan çaldığımız kum torbaları içine, evde Kırıkkale tabancayla sıkmaktan (bu arada fena metalciyim, silah sesini kapatmak için arka fonda deli gibi Manowar çalıyor), annemin gümüş takımlarını ve pederin ithal viski ve sigaraları çalıp Ulus’ta satmaya çalışırken polise yakalanmaya kadar bir düzüne zıpırlık, salaklık. Sonra Üniversite yılları; saçlar belde, simsiyah giyiniyorum, mekân sürekli olarak Yüksel caddesi, her tarafım gümüş takı, kulaklarda toplamda 6 küpe. O zamanlar bunlar zor, adamı ulus’ta dövüyorlar, “karı gibi giyindiği” için. Pedere, bunun oğlan “ibne”mi olmuş diye laflar geliyor. Allah için adam bir kere olsun laf etmedi bana bu saçlar yüzden. Lojmanlarda benim gibi fazla adam yok. Sanki bir şeyler yolunda gitmiyor; ne oradayım ne burada; bir yere ait olamama hissi tuhaf bir rahatsızlık ve kendince bir isyankârlık yaratmış gibi. Ama öyle politik veya örgütlü bir hal değil bu. İtiraz ediyorsun işte, her şeye, ota boka… Üniversite yılları; kırılmalar artarak devam ediyor; 90’lı yıllardayız; sol gruplar, Kürtler. “Asker abi”nin hiç de öyle sevimli hallerinin olamayacağını da öğreniyorum böylece. Bir gün Jandarma pata küte giriyor Hacettepe Beytepe Kampüsünde. Kaçıyoruz; ama bu asker abi benim bildiğime pek benzemiyor. Sonra kitaplar, tanıklıklar, arkadaşlar; 12 Eylül tutanaklarını okuyorum sürekli. Darbe ve siyasi müdahalelerle ilgili ne var ne yok okuyorum. Neden bilmiyorum. Benim babam da annem de o sıralar, hemen darbe sonrasında Ankara’da görevliymişler; peki onlar da acaba yapmışlar mıdır bu tür şeyleri? Soğumaya başlıyorum üniformadan. Kürdistan’da olanları anlatıyor herkes. “Anadolu’dan Görünüm” yılları o yıllar. O programlarda sunulanlarla bana anlatılanlar farklı. Kuşku, güvensizlik, öfke, eleştiri… Kırılmalar ağırlaştı. Devlet-polis-ordu, artık saf ve masum değiller benim için, ama kopamıyorum da; nasıl kopabilirim ki?
Yıl 1997, okul bitiyor sonunda, bugünkü gibi ÖYP falan yok. Bizi okula asistan olarak da almazlar zaten; bölüm komple ülkücü. Peder, ilk gazı (yani ilk maliyetleri) karşılarım, yurtdışına git diyor. Eyvallah diyorum. Ama dil yok, yurtdışında hiçbir akraba yok. Araştırıyorum, maliyeti en düşük ve uygun ülke Fransa. Atlıyorum gidiyorum bir 6 Mart sabahı, tek kelime Fransızca bilmeden, iniyorum Lyon’a. Ve başlıyor yaklaşık 15 yıllık serüven. Ötekine gitme ve göçebelik arzusunun bir tezahürü belki de bu. Korkuyorum korkmasına ama çekiyor da beni o bilinmez diyarlar. Tek başımayım, kimim kimsem yok. Daralıyorum, hem de çok, çok ağlıyorum, dönmeyi düşünüyorum ama her şeye rağmen devam ediyorum, y.lisans, doktora, sonra iş hayatı… Kırılmalar iyice derinleşiyor, ortada kimlik mimlik kalmıyor artık; tam bir köksüze dönüşüyorum. Ve bu harika; Fransızlar, Araplar, Polonyalılar, Portekizliler, Flamanlar, herkesle takılıyorum, herkesle herkes oluyorum. Öyle ki yeri geliyor bir Arap’tan daha Arap, Fransız’dan daha Fransız oluyorum. Sanırım böyle bir beklenmedik etkisi de var köksüzlüğün, aslında hep bir yere ait olma ihtiyacı da var içten içe. Ama olmuyor işte, yine bir şeyler batıyor, dümeni yine “öteki”ye kırıyorsun. Fransız tabiiyetini alıyorum, çocuklarım oluyor, 3 oğlan… 3 silahşorlar, canlarım benim onlar, Aramis, Hector, Sagamore; melezlik, en büyük şansları… Türk mü onlar yoksa Fransız mı? Bilmiyorum, hiç de umurumda değil.
Sonra yeniden Türkiye’ye dönüş, Ankara, DTCF; yeni bir yaşam, yeni kırılmalar, yeni aşklar…Dersim… Tatvan’da bıraktığım ötekini bu sefer Dersim’de; “Zaza”da, “Zelom”da buluyorum; yeni bir ev-aidiyet arzusu yeniden depreşiyor. Sonra Suruç, sonra cinayetler, sonra trajedi, sonra kıyımlar, sonra ölümler, sonra yangın… Tüm ülkeyi saran bir çılgınlık hali; korku, şiddet, ölüm… Çığlıklar yükseliyor dört bir taraftan. Kimsin? Nerelisin? Kimlerdensin? Nefret ediyorum bu sorulardan. Çünkü hiçbir zaman verebilecek net bir cevabım olmadı ki. Kütük İstanbul, Doğum yeri Ankara, ama hikâye de bu işte. Kimlikler, aidiyetler havada uçuşuyor, herkes “kendi” ölüsünü sayıyor. Muhasebe defterleri açılıyor; 5 verdik, 15 aldık; 3 verdik ama geniş çaplı operasyon sonucunda 23 aldık; 10 tane daha alırsak hesaplaştık sayılır; hayır, olmaz misliyle ödeteceğiz; bakiyede açık var! Ölen, hep diğerinin ötekisi. Oysa ben o ötekiyi hep çok sevdim, çocukluğum, bütün varoluşum hep o ötekini düşlemekle, onun peşinden gitmekle geçti. Öteki’ne kıymayın dostlar, kıymayın paşalar, ağalar. Bırakın, bugünün çocuklarının da düşü olsun bu. Ötekine gitsinler, melezlensinler; dibine kadar, sonuna kadar, tüm o salak saçma aidiyetleri ve kutsalları patlatana kadar; verin bu şansı onlara… Göreceksiniz iyi gelecek, hem onlara hem de size…
Doç. Dr. Levent Ünsaldı