Mutsuz günlerden geçiyoruz. Orta Doğu coğrafyasının acıya talimli insanları olarak bu günlerde yine yaşamımız varlık ve yokluk arasında. Ne yapacağımızı şaşırıyor, neye sığınacağımızı bilemiyoruz. Günlerin adı yok öylesine geçiyor zaman. Çünkü bu günün yarından farklı olmayacağını dünden biliyoruz.
Acıdan kaçacak, görmeyecek yerlere özlem duysak da insan içinde olanı çıkaramıyor bu nedenle içimiz huzurlu değil ki içimize kaçalım, kendimize dönelim. İnsanın kendine dönmesi için bile sabah güneşi görmesi gerekmez mi zaten? Oysa biz sadece kasvet görüyoruz ya da yağmur yerine hüzün yağdıran bulutlar, bir sonbahar gelmiş de kışa dönemiyor sanki mevsim. Zaman bir Ferid Edgü kitabının adı gibi bu günlerde; “yaralı”.
İnsanlık tarihi boyunca buhran dönemleri var olmuş yeryüzünde. Savaş, acı, kıtlık, yokluk, yoksunluk. Tarihin bilinen ilk şairi Ludingirra öyküsünü bilir misiniz? Bilmem. Akad devleti Sumer topraklarını işgal etmeye başlayınca, Sümer ülkesinde kȃtiplik yapan Ludingirra dilinin yok olacağını düşünür. Çünkü son dönemde Akad dili ülkesine hȃkim olmaya başlamış ve Sümer dili yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu duruma çok üzülen Ludingirra yazmaya başlar. Çünkü onun için bu acıya katlanmanın yolu dilinin unutulmaması için yazmaktır. İlk aşkını, çocukluğunu, ailesini ve Sümer Ülkesi yaşamını yazarak dilini yaşatmaya çalışır. İşte bizim içinde zaman biraz böyle bu günlerde. Bir şeylere sığınarak acıyı hafifletme çabası içindeyiz. Eğer yaşamaya devam edeceksek gördüklerimizi unutamayacağımıza göre sığınacak bir şeylere ihtiyacımız var. Bu nedenle sanırım bu günlerde işlevsel hale gelecek olan; edebiyat, sanat, sinema, müzik. Bir kitabın sayfalarında kaybolup, bir filmin karakteriyle birlikte onun derdine ağlamak, bir şarkıda kendimizi bulup onu acımıza tanık etmek, böylece kendimize azda olsa telkin sağlamak.
Edebiyat ve sanat en çok kötü günlerde gereklidir. Çünkü birçok yazar için yazma sebebi zaten dünyaya dayanmak içindir. Tezer Özlü şöyle der örneğin;
“Neden yazılır? Dünya acılı bir yer olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan kurtulmaya görsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazılır.”
Yazarlar da dünyaya katlanmak için yazarlar ve bu edimi paylaşırlar. Çünkü yazmak da bir anlamda derdi paylaşmaktır. Ve yazar okuyucusuyla paylaşır derdini. Böylece ortaklaşır dünyaya ve onun acılarına dayanma çabası.
Cioran;
“Kitaplarımın her birisi yılgınlık karşısında bir zaferdir. Kitaplarımın birçok kusuru vardır, ama mamul değillerdir. Hakikatten sıcağı sıcağına yazılmışlardır; birine şamar atmak yerine, şedit bir şey yazarım. Dolayısıyla söz konusu olan edebiyat değildir, parçalara dayalı bir tedavi usulüdür; intikamlardır bunlar.”
Derken, bu durum okuyucusu için de geçerlidir kuşkusuz. Böyle bir çağda hangimiz iddia edebiliriz ki öfkesiz ve yarasız olduğumuzu. İntikam duygusundan uzak, sakin huzurlu bir yaşam sürdürdüğümüzü, elbette edemeyiz. İşte böyle durumlarda Cioran nasıl kendisini yazarak tedavi ediyorsa bizde okuyarak, kurguların dünyasında kısa süreli de olsa kaybolarak sürdürebiliriz yaşamımızı ki sanat zaten günümüzde anladığımız gibi üst yapı kurumlarının şakşakçılığı değil, tabanın, ezilenin yaralarının merhemidir çoğu zaman. Çünkü yazan insanın kendi acısının yaşanan günde karşılık bulması gerekir. Acı bireysel çekilir ancak acıyı oluşturan durumun kaynağı dışarıdandır. Ve bu dışarının acısı; yazarlar, düşünürler, yönetmenler tarafından, dışarıda aynı acıyı çekenlere ulaşmak için sanatsal bir yaratıcılıkla var edilir ve böylece paylaşım sağlanır.
Bahsettiğimiz bu durumlar sadece yazma edimi içinde geçerli değildir. Sinemanın da benzer bir işlevi vardır. Örneğin Zeki Demirkubuz kendi sinemasını anlatırken şöyle der;
“Tek şansı olan sinema kişisel sinemadır. Kişisel sinema ile kastettiğim; toplumsal, ulusal, sosyolojik olmama durumu değil. Zaten doğası itibariyle kişisel olan bir şey bunları içerir. Bana göre her şeyden önce toplumsal olan bütün mazlumiyetine, edilgenliğine rağmen, faşizm olma durumudur.”
Kişisel olan zaten toplum tarafından belirlenir. Toplum faşizm olma durumunda bireyi edilgenleştirme onu kendi toplumsal iktidar kategorisinin bir yerine hapsetme peşindedir. Bu anlamda sanat toplumun belirlediği dışında bir birey yaratma çabasıdır birazda. Farklı bakabilmeyi, yorumlama yeteneği kazandırmaktır. Bugün yaşadığımız pek çok sorunun temelinde egemenlere göre biçim almış bireylikleri görürüz. Neye üzüleceği, neye tepki vereceği bile belirlenmiş, toplum faşizmi tarafından beslenmiş insanlar içinde sanat işlevsel bir anlam ifade eder bu nedenle. Yine Demirkubuz’un deyimiyle evet sanatın “bilinç götürme, aydınlatma” gibi bir işlevi olması beklenmez her zaman, ama kişinin kendisiyle yüzleşmesi için sanata ihtiyacı olabilir. Zeki Demirkubuz sinemasının yapmaya çalıştığı gibi. Bu nedenle sanatın işlevi her dönemde önemli bir yerdedir birey için. Kötü günlerde sığınacağımız bir liman olmasının yanında çok yönlü insan gerçekliği ile yüzleşebilmemiz bakımından da. Bireysel olanın hep yanlış anlaşılmaya mahkȗm olduğu bizim gibi toplumlarda özellikle önemli bir durumdur bu çünkü unutulan, bireysel olanın toplum dışı olmadığıdır.
Sinema ve yazma edimine müziği de eklemeliyiz elbette. Örneğin arabesk müziğin insanlar üzerinde müsekkin etkisi olduğunu yadsıyamayız. Coğrafyamızda bu müzik türünün toplumsal tarihine baktığımızda 1950’li yıllara kadar giden bir geçmişe sahip olduğunu görürüz. Bu yıllar insanların yeni ümitlerin peşinde köyden kente göç etme süreçlerine rastlar ve Türkiye’ de sanayileşmeyle birlikte özellikle doğu illerinden kente başlayan göçlerle yakından ilişkilenir. Sosyolojik olarak bu durumun tanımı budur. Ancak arabesk müzik dinleyenler için anlamı en başta da söylediğimiz gibi acıyı tedavi edici bir ilaç kadar işlevseldir. “Modern” algıda arabesk dinleyenlere bakışın dıştalayıcı bir anlamı da vardır. Çünkü arabesk daha çok kıyıda kalanın, garibin, hor görülenin daha geniş ifadeyle “ezilenin” müziğidir. Modernleşme kaygılı bir toplumun tek tipleştirici sanatına karşı bir başkaldırıdır. Göç ile zorunlu nedenlerle memleketinden uzağa düşmüş bir insan için yaşama dayanma biçimidir. Çünkü her anlamda ötekisi olduğu (dili, şivesi, yaşam biçimi, giyim kuşamı) bir topluluğun içerisinde ona; “yakarsa dünyayı garipler yakar.” Diye seslenen telkin edici, yaraları kabuk bağlayıcı bir özelliğe sahiptir.
Kısaca sanatın her dalı biz insanların kötü gün dostudur. Ancak sınırlı algılı bir bakışa sahip toplumsal durumlar isyan, savaş, afet durumlarında sanatla, edebiyatla ya da sinema ile uğraşmanın “elitist” bir boyutu olduğunu iddia ederler. Oysa tam tersidir; yaşananlara dayanabilmek için sanat mecburidir. Gezi Parkı Direnişi ile sokağa taşan “şiir sokakta” akımı da bence bunun en önemli göstergesidir.
Emek Erez
Kaynaklar
Cioran, E. M., (2005), “Ezeli Mağlup”, (Çev. Haldun Bayrı), İstanbul: Metis.
Özlü, T. (2013), “Yeryüzüne Dayanabilmek İçin”, ( Haz. Sezer Duru), İstanbul: YKY
Çığ, İ. M. (2012), “Sümerli Ludingirra”, İstanbul: Kaynak.
http://www.kameraarkasi.org/sinema/makaleler/zekidemirkubuz_sinemakurami.html