Nuh Köklü’nün 2002 yılında Açık Radyo’da Açık Kitap için kaleme aldığı ve 1980’ler öncesi mahalle ve dolmuş kültürünü anlattığı yazılarına şimdi dönüp bakmak insanın içini acıtıyor. Her ne kadar kendi içine kapalı olduğu ve farklılıkları dışladığı gerçeğini akıldan çıkarmamamız gerekse de, handiyse naif ve dayanışmacı bir mahalle kültüründen ilişkisizliğe, veresiyeci mahalle esnafından kendi mahallesinde oyun oynayanları öldüren, icabında asker, polis, alperen olmaya soyunmuş bir esnaf anlayışına ve her ne kadar sahiplenici erilliğine itirazımız olsa da, kendi çapında yırtmış olmanın rahatlığına sırtını dayamış, korumacı dolmuş şoförlerinden yalnız bir kadına saldırıp öldürme hakkını kendinde gören minibüs şoförlerine… 2002’de aşağıda anlatılan mahalle kültürü Nuh Köklü’nün tabiriyle hâlâ “ara sıcak” olarak sunulabilecek kadar hafızalarımızda taze, 2015’teyse sofraya hiç gelmiyor bile, ancak eski Türk filmlerinde kalmış küflü bir romantizm olarak kalıyor. 2002’de görülmeye başlanan dönüşüm, 2015’te meyvelerini vermeye başlıyor, kendine benzemeyen meyveleri dalından hunharca koparıyor. Türkiye değişti, değişiyor. – Nermin Saatçioğlu
MAHALLE ve DOLMUŞ
Nuh Köklü #NuhKöklü
Mahalle: Kurtuluş Savaşı’nda başına isabet eden mermi çıkartılmadığından, söylediklerinin ‘gaib’den haberler olduğuna inanılan Recep’in; Abdülhamit’in son selamlığa çıktığı günü hayatının en önemli gailesiymiş gibi anlatan Rüstem’in; Hacca gittiğinden değil de alamet-i fârikası gibi duran sakallarından dolayı ‘Hacı’ namlı Bakkal İsmet’in, zengin evlerine temizliğe gittiği günlerini, dostunu kurşunlayan oğlunun mapus damında ziyaretleriyle bölen Makbule teyzenin; ilkokulu terk ettiği günden beri varlığı unutulan, varlığını kendisine değil de her daim giydiği buruşuk pardösüsünden dolayı Kolombo’ya borçlu olan Fahri’nin; kaçık çoraplarıyla hafta sonları sinema salonlarını dolduran tezgâhtar kızların; Kuran’dan sonra en çok toto kuponuna iman edip, kahvehane köşelerinde kendilerini unutan kaderi beklemeye duran gençlerin; ders kitapları arasına yerleştirdikleri Tom Miks’leri, acayip şekilli geometri kitaplarına yeğ tutan çocukların; bin bir tembihle sokakta yemeyeceklerine dair söz aldıktan sonra çocuklarının ellerine üstü şekerli yoğurtlu ekmeği tutuşturan annelerin ve televizyon karşısına kurulduktan sonra tüpgaz kuyruklarını, vadesi geçmiş senetleri, dedikoduları bir kenara bırakan babaların yaşadığı yerdir mahalle.
Dayanışma Ekonomisi
Mahalle; yalnızca bir yerleşim yerinden ziyade bir ‘durum’un, o durumdan yola çıkarak şekillenen bir varoluş biçiminin adıdır. Sınırları bellidir; genç kızların kendilerine çeki düzen verdiği, çocukların oyunlarda ait oldukları yeri, işten dönenlerin selamlaşma faslını santim santim ezbere geçirdiği yerin adıdır mahalle. Çoktandır unuttukları, bayramlarda bir vesileyle hatırladıkları, geldikleri yerle şimdi bulundukları yeri kıyasladıkları, dahası ‘doğduğun yer değil, doyduğun yer’ sözünün dillerde hafif bir buruklukla terennüm edildiği mahalle; feleğin yakalarını hiç bırakmadığına dair inancı pekiştirir… Kutsaldır, yazılı olmayan kuralları vardır: Uluorta mangal yapmak, bayramlarda dargınlığı devam ettirmek, zaten perdeleri sıkı sıkıya kapalı olan pencerelere bakmak ve birlikte yaşamaya ilişkin her türlü ihanet, affedilmez kusurlar arasındadır. Herkes birbirini tanır, nüfusun azlığından çok, herkesin benzer şekilde yaşamasından, nereden geldiklerinin bilinmesinden dolayı bir tanınmışlık söz konusudur. Bu tanıdık dünyanın sınırlarının ihlâli hemen tespit edilir, ‘ev’in sırları görünmez bir şekilde herkese açıktır. Okulda çift dikiş giden çocuklar, protesto edilen senetler, gönlünü bir delikanlıya kaptırdığı için hatıra defterine silme şiir yazan genç kızların hangileri olduğu, turşunun en kallavisini, bulgurun en incesini kimin yaptığı bilinir ve mahallenin ‘sicil defterine’ işlenir. Bütün bu tanıdık olma durumundan dolayı bir ‘dayanışma ekonomisi’ geçerlidir mahalle içerisinde. Bakkal defterlerinin kabarıklığı, kirayı denkleştiremeyenlere destek verilmesi ve en önemlisi de herkesin benzer bir şekilde ihtiyaçlarını gideriyor olması bu dayanışma ekonomisinin göstergeleridir.
Popüler Kültür Harekâtı
Mahalle atmosferi Türkiye’nin kendine has popüler kültürünün inşa edildiği yerin adıdır. Mahallenin dışında ne olup bittiğinden ziyade, olan şeylerin mahallede nasıl kabul göreceği önemlidir. Kahverengi şişeli Tekel biralarının “ülsere iyi gelir” diyerek içilmesi; ‘Zengin ve Yoksul’ dizisinde haksızlığa uğrayan küçük kardeşin daha çok sevilmesi; ‘Güne Bakış’ programının ‘Kele Bakış’ olarak tahrifata uğratılması; ‘Karaoğlan’ın umut olması; futbol maçları; pazar günleri topluca gidilen piknikler, çocukların büyüdüğünde bir devlet kapısına sokulması, hep mahallenin dışında olup biten şeylerin nasıl yansıdığının belirtileridir. Mahalle atmosferi belki de Türkiye’nin yakın döneminde üzerinde bahsetmeye değer tek popüler kültür harekâtıdır; iyilik, dayanışma, sevdalanma, haksızlığa karşı direniş, kötülüğü alt edemediği noktada mizahın gücüne sığınma hep mahalle atmosferiyle ifade edilir. Bundan dolayıdır ki Turist Ömer namlı Sadri Alışık ahir ömründe bütün dünyayı gezip sonradan mahalle arkadaşlarının yanına uğrar; bundan dolayıdır ki en ünlü futbolcular, en bitirim delikanlılar, şöhretli artistler hep geldikleri mahalleyle birlikte anılır olmuştur. Hafızaların en derin noktalarına nakşeden ‘Balatlı’, ‘Kadırgalı’ gibi namlar hep mahalledeki icraatların sonucunda ulaşılan ve onay gören mertebelerdir.
Vicdanlarını Diri Tutmak İsteyenlere
Mahalle’nin sınırları bellidir; coğrafi bir ifadeden çok bir ruh halinin, bir varoluş şeklinin göstergesidir bu sınır… Tevekkülün, dayanışmanın, birbirlerine benzer yaşamların, kendi içerisine kapanık olmanın tezahür ettiği bu sınırlar, tam da bu sınırları ifade eden kavramların değişmesiyle birlikte tahribata uğradı… Mahallenin sınırlarında her zaman apartmanlar, o apartmanlarda yaşayan zenginler vardı, her zaman bu mahalle atmosferinin dışında İsviçre’de kayak, Paris’te alışveriş yapıp, çocuklarını tahsil için Amerika’ya gönderenler vardı. Fakat ne zaman ki o mahallede yaşayanların da vitrinleri dolduran envai çeşit yiyecekleri alabilme ihtimali belirdi; ne zaman ki “Biraz İngilizce, biraz bilgisayar…” diyerek çocukların ‘geçerli’ meslekler edinmesi gerektiği fikri doğdu; ne zaman ki elinde kalemi gözüne sokarcasına sallayan bir kişi televizyondan “Artık devir değişti!” dedi, o zaman mahallede bir şeyler değişti. Artık evlerin içinde olanlar bir sırdı; herkes kendi meşrebince startı verilmiş yeni dünyanın içerisinde yer kapma yarışına girdi. Beraber gidilen piknikler, bayram ziyaretleri seyrekleşti, ‘mahallenin sicil defteri’ne yazılacak şeyler bulunamaz hale geldi.
Ara Sıcaklar
Artık mahalle ve mahalle atmosferi bir nostalji ürünü; hâlâ vicdanlarını diri tutmak isteyenlere ara sıcak nevinden bir yiyecek olarak sunuluyor. Oysa Türkiye’nin kendine özgü o tek popüler kültür harekâtının tedavülden kaldırılışını kutsayanların; çok kanallı televizyonlar, banka kartları, borsa spekülasyonları, Hollanda peynirleri, Macar salamları, Fast-food dükkânlarıyla ‘daha zengin’ bir dünyanın içerisinde olduklarını her dile getirişinde o mahalle atmosferi hafızaların daha da derin yerlerine sürülüyor. Şimdi önümüzde bir soru var: Ya mahalle atmosferiyle birlikte Türkiye’nin kendine has tek popüler kültürünü anlayıp nereden geldiğimiz ve şu anda ne yaptığımız üzerine kafa yoracağız, ya da çoktandır korktuğumuz geleceğin yanına geçmişi de korkularımız arasına sokup, yalnızca ara sıcak sunulan bir nostalji ürünü haline getirip paketleyeceğiz.
Nuh Köklü, acikradyo.com.tr, 20 Mayıs 2002
Dolmuş: Hapishane işi tabir edilen boncuktan yapılma bibloların, yanıp söndükçe loş gazino atmosferini hissettiren lambaların, dolmuşun ilk alındığı gün çekilen hatıra fotoğraflarının, üzerinde ‘liselim’ gibi sözlerin yazıldığı pirinçten tabakların bulunduğu, teypten yükselen ‘acılı’ bir arabeskin herkesin üstüne sindiği dolmuşlar bir buluşma noktasıydı. Onlara herhangi bir araç muamelesi yapmak haksızlık olur, nostaljiyi devreye sokmaktan çok yaşam biçimimizi, zaman tasavvurumuzu, dolmuşun içinde yer alanla, ‘hususi’de oturan arasındaki sınırı çekmesi dolayısıyla dolmuşlar hayatımızın orta noktasında yer alır.
Dolmuş için önemli olan mesafe değildir; gideceği güzergâh bellidir… Şoför için her metresi bilinen bu mesafe sonsuz bir tekrarın, yitirilmiş hayallerin ifadesidir. İlkokuldan terk çocukların iç gıcıklayıcı bir özgürlük hevesi, delikanlılığa transfer olabilmenin hikmeti olarak seçilen bir meslek, daha doğrusu ‘hayat gailesini’ en şık tarafından yerine getirmenin ifadesidir dolmuş şoförlüğü. Vites değiştirdikten sonra derin bir iç çekmeyle baktığı yavuklusunun, mahalleden arkadaşların, şimdi uzaklarda olan dostların resimleri göz hizasında durur ve böylelikle dolmuş onun için hâlâ bu hayattan kurtulabilme imkânı verir. Dolmuş, onun varolduğu hayatla, yolcuların yaşantısını sınaması için de bir araçtır. Memuriyetten emekli bir yaşlıyla, futbolcu olma hayalleri suya düştükten sonra tornacı olan bir çırak, her daim ev sahibini çekiştiren bir ev kadını ona bir iç sıkıntısı verir, tek göz odalarında hayatın akıp gitmesini bekleyen bu insanlara nazaran şoför mahallinde kendini özgür hisseder dolmuş şoförü.
Dolmuşların asli kadrosu şoför ve yolcudur, ama asıl başrolü dolmuş yüklenir. Dolmuş biraraya gelme yeridir; farklı taleplerin, arzuların, gerçekleşmemiş hayallerin bir karışımı yaşanır dolmuşta. Kısa süreli bir beraberlikte dahi her türlü hayat tasavvuru kendini açığa çıkarır. Şoförün yanında oturup para alışverişine yardım edenle, orta sırada sessizce yola bakanın hayata bakışı tamamen farklıdır. Yolcular için dolmuş, akıp giden hayatı bir cam kenarından izlemek gibidir: Kiminin bir ‘hususi’nin ön koltuğuna takılır gözleri, kimisi de ulaşacağı mesafeyi hesaplar. Fakat bütün yolcular dolmuşa adımlarını attığı an yoksulluklarının, giderilmemiş arzularının bir kez daha açığa çıktığını ve kendilerine benzer insanlarla yaşamın sonsuz bir tekrar nizamında seyredeceğini ister istemez fark ederler. Ve bunun içindir ki tutulan futbol takımı, beğenilen artist, ‘zenginin malı züğürdün çenesini yorar’ mealinden her türlü sözün havada uçuştuğu bu ortam, yolcuların kendi hayatlarını da görebilecekleri bir alandır. Kendi hayatlarında ‘bir şey olamayacaklarına’ ikna olmuş bu insanlar, İzzet’lerin, Türkan’ların hayatlarının gölgesine sığınarak teselli ararlar. Dolmuş bir teselli yeridir; piyangodan büyük ikramiye kazananların Bebek Oteli’nin terasında ince belli bardaklarla votka yudumladıkları bir dünyada, en azından o dünyanın kenarından geçme ihtimali tanır yolcularına. Dolmuş şarkıları bundan dolayı hep bir giderilemeyen acıyla, gelmesi muhtemel bir umudun çakışmasını terennüm eder ya da hepten bir alaya almanın, tamamen bir hafifsemenin ürünüdür ki, ‘çiki çiki baba’ şarkısının bütün dolmuş tarihi boyunca en popüler şarkı olması bu nedendendir.
Borç Harç ‘Hususi’leşince
Dolmuşlar bir modernleşme aracıdır; bir vasıta olması, hayatımızı kolaylaştıran bir araç olmasından fazla bir şeydir. Bir gün puslu Haydarpaşa sabahında yatak denkleri sırtında ‘Bizans’ı fethetmeye gelenlerin memleketten kalma yedek parçacılık deneyimi dolmuş şoförlüğüne transfer olur. O insanlar daha önce kente yerleşmiş insanları gördükçe, dolmuşun da kendisine bir yer tayin edeceğini hisseder ve dolayısıyla dolmuş bir kentleşme vasıtası haline gelir. Dolmuşa alınan her süs, cam kenarına yerleştirilen her resim şoförünün bu hayatın kurallarına alıştığının göstergesidir. Her şoför meşrebince, muhitince farklı resimler, farklı süsler taksa da hep bir yerleşik olma isteğinin ifadesini verir bu eşyalar… Kaldı ki dolmuş süslerinin, dolmuşa yazılan yazıların da bir nevi modernliğe ilişkin tasavvurlarımızı açığa çıkarttığını söyleyebiliriz. Mesela artık tedavülden kalkmış bir ‘liselim’ sözü taşralı bir aşk ilişkisinin iç gıcıklayıcı bir ifadesiyken; ön cama yapıştırılmış bir CD, modern araçlardan da haberdar olunduğunun bir göstergesidir. İçerisinde arabesk şarkıların çalındığı, her trafik kontrolünde muavinin yolcuların başını aşağıya çektiği, emeklilerin, hafta sonu maç parasını biriktiren çırakların, okul formalı kızların, çeyiz alışverişine çıkan ev kadınlarının bulunduğu dolmuşlar çoktan hayatımızdan çıktı. Ne zaman ki az banka kredisi, az borç diyerek bir araba alınmaya çalışıldı, ne zaman ki hapishane işi boncukların yerine dolmuş camlarına CD’ler yapıştırıldı ve ne zaman ki acılı arabesk dinleyip hayata isyan etmek yerine “ellere var da bize yok mu?” deyip tempo tutuldu, dolmuşlar da geçmiş hayatımızın bir nesnesi haline geldi.
Nuh Köklü, acikradyo.com.tr, 13 Mart 2002
“Aykırı Bir Yolcu: Nuh Köklü” başlıklı yazımızı da okumak isterseniz…
Yayınladığımız son yazılarımıza göz gezdirmek isterseniz…
- Türkiye İmam Hatip Cumhuriyeti (TİHC)
- Araba (Otomobil)
- İnsanı Alıklaştıran, Toplumu Kirleten, Doğayı Yok Eden Reklamlar
- “Altıncı Yok Oluşa” (Extinction) Koşar Adım
- Bosch Dikey Süpürge: Halı ve Sert Zeminlerde Üstün Performans
Dünyalılar