Oğlum,
Bugün benim doğum günüm. Tam kırk yaşındayım ve sen de on iki yaşındasın. Benim yaşıma geldiğinde okuman için bir mektup yazıyorum sana. Bu mektubu okuduğunda öyle mutlu olacağım ki; -farkında olmadan belki-, çok ayrı bir hediye sunmuş olacaksın bana.
Annen, yüreğimizde ölümsüzleşeli dört yıl oldu ve ondan ayrı geçen zaman içinde baba oğul nice şeyler öğrendik, nice deneyimler edindik, nice hatıralar biriktirdik.
Sen acısını da, sevincini de gizlemeyen bir çocuksun; iyi ki de gizlemiyorsun. Ben beceremiyorum böyle davranmayı ve zaman zaman ne çok yorulduğumu anlıyorum bu yüzden. Annenin aramızdan yeni ayrıldığı günlerdeki kederin, gözyaşın, duygu yoğunluğun bir baba olarak paramparça etmişti beni. Böyle aykırı anlarda sana nasıl yaklaşmam gerektiğini kestirememiştim. Sen de bana hak ver oğlum, benim de ayrı bir sızım vardı ve sürüp giden bir hayat mücadelesi, ekmek kavgası ve baba olmanın getirdiği sorumlulukla üzüntümü belli etmeme çabası. Belki yanlış bir sözcük sorumluluk; içtenliğin olduğu yerde sorumluluk hükmünü yitirir ve aramızda çok ayrı bir içtenlik var seninle.
Seninle beraber ağlayamadım hiçbir zaman; belki de beklediğin buydu benden, ihtiyacın olan buydu. “Baba, sen hiç mi üzülmüyorsun annem yok diye artık?” diye bağırmıştın bana o günlerde ve boğazım düğüm düğüm olsa da gülümsemiştim sana zar zor. Sonra odama kapanmıştım ve sen duymayasın diye ağlamamı saatlerce, ah ne çok mücadele etmiştim…
Okulunda her gün bir veliye görev veriliyordu beslenme menüsünü hazırlaması için ve veliden kasıt anne elbette, ya da babaanne, anneanne! Ben konuşmuştum öğretmeninle; “sıra bana geldiğinde haber verin lütfen, ben kendim hazırlayacağım ne isterseniz” demiştim. Şaşırmıştı öğretmenin, “elinizden geliyor mu yemek yapmak?” diye sormuştu bana. “Pek sayılmaz, ama ne yapar ne eder listedekileri hazırlarım, söz” demiştim. Sıra bana geldiğinde, menü şu şekildeydi; “mercimek köftesi, patates salatası ve ev yapımı ayran.” Benim ilk tepkim şuydu; ” hem patates salatası, hem de ayran isteniyor, haksızlık bu!” Eve gelir gelmez internete girip mercimek köftesi ve patates salatası için gerekli malzemeleri not edip tariflerini incelemiştim. Ayran yapmayı da internetten öğrendim, evet! Markette, not ettiklerimin bir kaç kat fazlasını satın almıştım; ilk yaptığımda iyi olmazsa, bir kez daha yaparım, o da olmazsa bir kez daha denerim diye! Hatırlıyor musun o akşamı oğlum? Annenin, birçok kadının ve çok çok az erkeğin kolayca yapabileceği mercimek köftesi ve patates salatası için ben saatlerce uğraşmıştım. İlk deneme başarısız, ikinci deneme yine başarısız ve saat gecenin üçünde yatağından kalkıp mutfağa gelmiştin; “baba, hadi yat artık, senin canın sağolsun” demiştin. Seni yatağına yollamıştım ve senden gizli bir kez daha ağlamıştım. Gayretimi görmen ve “senin canın sağolsun” demen… Ömrüm boyunca hiç uyuyamadığım nadir gecelerden biriydi o gece. Sabah altıda uzanıp şöyle bir, yedi buçukta kalkıp seni uyandırmıştım. Beraber mutfağa girmiştik seninle. Önce mercimek köftesini tattırmıştım, bana bakmıştın şaşkınlıkla, “hiç de fena değil” demiştin! Sonra patates salatasını tatmıştın, “aa, bu da olmuuş” demiştin! Ayrandan içmemiştin hiç, “nasıl olsa o da güzeldir” demiştin ve ben çok sevinmiştim Akşamüstü girdiğim mutfaktan, ertesi sabah altıda çıkmıştım! Üçüncü denememde becermiştim menüyü hazırlamayı. Ama sen de, ben de şunu öğrendik ki, biz hiç bir zaman pes etmeyeceğiz oğlum; her zaman destek olacağız birbirimize ve ola ki başaramadığımız şeylerde, gayretli oluşumuzu görüp, “senin canın sağolsun” diyeceğiz birbirimize…
O gün öğretmenin olsun, arkadaşlarının anneleri olsun, bizi çok takdir ettiler. Arkadaşlarının sana bakışı çok daha olumluydu ve ikimiz de çok mutluyduk…
Öğretmeniniz, bir gün mutluluğu anlatan bir kompozisyon yazmanızı istemişti. Sen şöyle bir cümle kurmuşsun, “mutluluk, babamla, pazar sabahları, parkta Niğde gazozu içmektir.” Mutluluğu babasıyla bir içtiği gazozda duyumsayan bir oğlum var benim, ne mutlu bana…
Seninle beraber dama oynamak da çok keyifli oğlum. Çoğu zaman yalancıktan sana yeniliyorsam da, son günlerdeki oyunlarımızda yaptığın bazı hamlelere hemen karşılık veremiyorum ve yakında sana gerçekten yenileceğimi bilmek, ah nasıl gururlandırıyor beni…
İşsiz kaldığım zamanlar oldu; çalışıp da maaşımı tam alamadığım, cebine harçlık koyamadığım zamanlar oldu. Geçen yıl on bir yaşındaydın ve kısa bir dönem işsiz kalacağımı söylediğimde, bana dedin ki, “boşver baba, düzen bozuk!” Sana belli etmeden bir kez daha ağlamıştım…
On iki yaşındasın; annemden, babamdan ve annenden birçok şey öğrendiğim gibi, senden de çok şey öğrendim oğlum. “Ben ağladığımda bile gülümsüyorsun baba, hatta annemin mezarına gittiğimizde bile…” dediğinde, nasıl diyeydim sana bazı babaların gözyaşlarını içine akıttıklarını…
Bu mektubu yirmi sekiz yıl sonra, kırk yaşına geldiğinde okuyacaksın. Ben altmış sekiz yaşında olacağım bu satırları okuduğunda ve bileceğim ki, beni damada yenen bir oğlum var; mercimek köftesi ve patates salatası yapan bir oğlum…
Varlığınla beni onurlandırdın oğlum; umarım aşık olduğuna da şahit olurum ve emeğinin, can halinin şu üç günlük dünyada karşılık bulduğunu görmeye de yeter ömrüm. Seninle bir çekildiğimiz siyah beyaz fotoğraflar sana emanet benden sonra ve evimizin atölyeye dönüştürdüğümüz odasında yaptığımız maketler…
“Babam iyiydi hoştu ama ne çok isterdim benden gizli ağlamamasını” diye düşüneceğin anlar olur belki. Kusurum bu olsun oğlum; bazı babalar hiç bir zaman ağlayamaz çocuklarının yanında…
Ben hayatta olmasam da, bu mektup ulaşacak sana ve benim senin yanında dökemediğim iki damla gözyaşını dökersen eğer bu satırların üzerine, ben yine gülümseyeceğim içime akıtarak gözyaşlarımı…
“Babam ağlamasa da, çok güzel gülümserdi” de ve mektubuna bir tutam gülüş de serpiver e mi oğlum…
Ergür Altan
erguraltan@gmail.com