Neredeyse bir asır önce Toros Dağları’nın Fırat’tan ayrılan kolunun eteklerinde bir çocuk dünyaya geldi. Adını Kemal koydular. Doğarken öyle uzun ve nameli bir çığlık atmıştı ki, bütün köy duymuştu sesini. Gürbüz topaç bir bebekti. Anasının memesine sarıldı. Çukurova’nın bin türlü illetine rağmen hayatta kaldı.
Dünya ona iyi davranmadı halbuki. Daha küçücük bir bebeyken babasını gözlerinin önünde bıçakladılar. Namaza durmuş adamın arkasından biri yanaştı ve onu kalbinden hançerledi. Çocuk gözlerini açıp onun yere düşüşünü izledi. “Küt” diye düştü babası caminin zeminine, bedeni son kez secde eder gibi yere kapanıp kaldı. Kemal’in gözleri bunların hepsini bir bir gördü. Öyle korkunçtu ki gördükleri, gözlerinden biri dayanamayıp kaçtı gitti. Diğer göz daha sağlam çıktı. Başından sonuna kadar her şeyi seyretti. O günden sonra gözündeki cinayet Kemal’i hiç terk etmedi. Nereye baksa önce oradaki şiddeti gördü, haksızlığı fark etti.
‘ÖLDÜĞÜNDEN DOLAYI ONA KÜSTÜM’
Okulda da şansı yaver gitmedi pek. Aslında gidecekti de gidemedi. Kemal Kürt’tü. Üstelik yetimdi. Babasının ölümünden sonra iyice içine kapanmıştı. Anılarını anlattığı kitapta şöyle diyordu: “Onun ölümüne uzun yıllar inanamadım ve mezarına hiç gitmedim. Uzun yıllar mezarın yanından bile geçmedim. Öldüğünden dolayı da ona derinden kırıldım, küstüm.” Olanaksızlıklar içindeydi ama yine de ortaokula kadar okudu Kemal. Sonra öğretmen vekilliğinden kâtipliğe, traktör sürücülüğünden kütüphane memurluğuna kadar türlü çeşitli işe girip çıktı. Ama kitaplarla tanışmıştı bir kere. Onlarla arasını bir daha hiçbir şey bozamadı. Girip çıktığı işlerde umutlarını taze tuttu hep. Belki de bir gün kendisinin de kitaplar yazacağını bildiği için.
KATİLLER, HIRSIZLAR YOKTU DÜŞÜNDE
Seneler geçip de yağız bir delikanlı olduğunda Osmaniye’den çekip gitmek istedi. Köyündeki çeltik tarlalarında ırgatbaşı olarak da kalabilirdi. Ama yerinde duramadı artık. Onu dürten içindeki edebiyattı. Belli ki ta o zamandan zihninde büyük hikâyeler mayalanıyordu. Haksızlıklar göğsünü dolduralı çok olmuştu zaten. Çıkmak için bir yol arıyorlardı. O yolların biri nasıl olduysa hapishaneye çıkmıştı. Daha 17 yaşındayken tanıştı davalarla, yargıçlarla, mahpuslukla. Oysa sadece güzel bir ülkenin peşindeydi. Haksızlıkların, katillerin, hırsızların olmadığı bir ülkenin hayalini kurmuştu. Çukurova ona dar geliyordu şimdi.
Böylece yürüdü gitti Kemal ve sonunda büyük kente vardı. O dönemde taşradan gelen hemen herkes gibi o da herhalde Haydarpaşa’da trenden indi. Muhakkak etrafına şöyle bir baktı. Belki de tahta valizini bir elinden ötekine geçirdi. Gördü ki, bu şehir başka şehirlere hiç benzemiyor. Ama bu şehrin insanları dünyanın en kanı sıcak, en cana yakın insanları değil. Fukarası bol, zengini zalim. Bereketi ise yalnızca bir masaldan ibaret. Bir zamanlar güzelliğin hüküm sürdüğü, altın ışıltılarıyla kubbelerin güneşin altında parladığı o masal kenti şarkılarda kalmış. Onun yerine insanın insana kast ettiği, fabrikaların solur gibi adam yediği, gece kuytularda kanlı cinayetlerin işlendiği bir şehir bu.
KADİM BİR GELENEĞİN SÖZCÜSÜYDÜ
Yirmili yaşların başındaydı bu olduğunda. Onu ilk seferinde Çukurova’ya geri döndüren de bu muydu acaba? Yine de Kemal yazmaktan vazgeçmedi. Küçük dergilere yollanan hikâyeler, İstanbul’a ikinci gelişinde Cumhuriyet gazetesine yazdığı tefrika edilmiş röportajlara dönüşecek, daha geniş bir okuyucu kitlesine ulaşacaktı. Sonradan ‘Bu Diyar Baştanbaşa’ adı altında toplanacak söyleşiler, Türkiye’nin dört bir yanından insan manzaraları naklediyor, akıcı dili ve akılda kalıcı hikâyeleri ile konuşulan bir dizi yazı haline geliyordu. Maya tutmuştu. 50’li yılların ortalarında Yanan Ormanlarda 50 Gün, Çukurova Yana Yana, Peribacaları basıldı. Kitaplar birbiri ardından çıkıyor, Kemal yavaş yavaş ünleniyordu. Üslubu oturmuş, okuyucu onun “her şeyi gören gözü” ile tanışmıştı. İlk büyük romanı olan İnce Memed’i yazdığında, ne tür bir yazar olduğunun ilk işaretleri de ortaya çıkmış oldu. Kemal herhangi bir romancı değildi. Kadim bir geleneğin sözcüsü, yok olmaya yüz tutmuş bir lisanın son ustasıydı o. Anadolu’nun en eski halklarının hikayeleri birleşmiş onun ağzından bir nehir gibi üzerimize akıyordu. Sanki büyük ozanlardan biri mezarından kalkmış ve ona el vermişti. Sanki “Al gözüm seyreyle, Kemal” demişti. Yoksa tek bir adamın zihninde dolaşan bu kadar sözcüğü, bu kadar rengi ve ışığı nasıl açıklayabilirdik?
ÖLÜM İLE TANIMIŞTI İNSANI
Hayatına bir cinayete şahit olarak başladığı için midir nedir, insanın insana yaptığı fenalığı en iyi o anladı. Kan davalılar, fesatlar, katiller, çıkarı için gık demeden anasını bile kesebilecek tefeciler, zulmün kitabını yazmış beyler, devlet kapısından beslenen zorbalar, ağanın önünde eğilmekten sırtı kamburlaşmış ırgatlar, marabalar, köylüler… Bunların hepsi Kemal’in iyi bildiği şeylerdi. Ama fenalığın yazarı değildi o. İnsanlığın dönüştürücü gücüne, halkların kendi kaderini tayin edebileceğine, en zayıf görünen kişilerin soylu duygulara sahip olabileceğine inanıyordu. Demirciler Çarşısı Cinayeti gibi her sayfası kötülükle dokunmuş bir romanda bile, karşımıza Kambur Tellal gibi bir karakter çıkarabiliyordu mesela. Hayatı boyunca adam yerine konmamış Kambur Tellal zalim Kurtboğa’ya kafa tuttuğu zaman, çaresiz olduğunu sandığımız bu küçük insanların içindeki direnci görüp umutlanıyorduk. Sadece tek bir kişinin hikayesi değildi bu. Kemal, Çukurova insanının hayatından yola çıkarak bütün ezilenlerin, bütün yoksulların, bütün aşağılananların destanını yazıyordu.
“Ben iki şeye inanırım,” diyordu bir konuşmasında; “İki şeyin sonsuz gücüne, sonsuz yaratıcılığına, sonsuz değişimine: Halk ve doğa.” Yani dağın taşın, otun kuşun, börtü böceğin de yazarıydı o. Sanki Çukurova’nın deresi tepesi senelerdir onu beklemişti dile gelmek için. Uzun tasvirleri yüzünden ona çok yüklendiler. Bir bal arısının kanadından yansıyan güneşi anlatmak için üç sayfa harcadığını söyleyip ondan yüz çevirdiler. Ama Kemal aldırmadı buna. Bütün dünyayı bir bütün olarak görüyordu çünkü. Arının kanadını fark etmeyen, güneşin parladığını da göremiyor demekti. Bu kadar basitti. Onun için arıları anlatmaya devam etti. Sadece arıları mı? Pampallardan pabuç incirlerine, kadife çiçeklerinden üçgül pembelerine her türlü çiçeği bıkmak usanmak bilmeden saydı döktü. Hepsinin bir bir kaybolacağını, bir gün onları göremez olacağımızı bildiği için yaptı bunu. Ve haksız çıkmadı. Hiç haksız çıkmadı.
DOĞA VE İNSAN
Yazmaya karşı büyük bir iştahı vardı. Hep daha çok yazması gerektiğini düşünüyordu. Uzun bir hayat yaşadı. Ama ona yetmedi. Çünkü istediklerini yapabilmesi için bundan daha fazlası lazımdı. Sadece yazmak için değil, eğer ona bakmazsak doğanın bize küseceğini insanlara anlatmak için de uzun yaşamak istiyordu: “Dünyamız gün geçtikçe boşalıyor. Dünyamız gittikçe fukaralaşıyor. Bunu göremeyenler, trajediyi sanat olarak yaratmayanlar ve ne yaparlarsa yapsınlar kimse onların yüzüne bakmaz. Bir gün bakarlar, iki gün bakarlar, sonra? Kendimden memnun muyum, daha çok çalışmalı, daha çok yazmalı, insan insan dolaşıp insanlara, doğa yok olunca bizim de soyumuzun kuruyacağını anlatmalıyım.”
FARKINDAYDI ÖLÜYOR OLDUĞUNUN
Bütün bunları yapmak için insanın bir değil birkaç ömrü olması gerekiyordu. Kemal’in ise çok hikâyesi vardı ama yalnızca bir tek hayatı oldu. Onu da bildiği gibi yaşadı. Sözünü sakınmadan. İfade özgürlüğünden Kürt meselesine kadar her konuda fikrini söyleyerek. Ve yazarak. Coşkun bir ırmak gibi hiç durmadan yazarak. Bir sabah artık gitme vakti geldiğinde, güzel bir ülkenin hayali göründü gözüne. Orada çayırlar renk renk çiçeklerle doluydu, toprak ekinlerden görünmüyordu. Bir de atlar vardı ki, insan gözünü alamıyordu: “Küheylan, seklavisi, cins cins, don don. Dorusu doruların en parlağı, alı kırı, kulası, abeşi, demirkırı, yağızı da öyle.” Orada konuksever insanlar, her sözleri cana can katan kişiler vardı. Kendisini çok eski bir dostu yeniden görmüş gibi selamladılar.
Kemal ölüyor olduğunun farkındaydı. Ama bu güzel ülkede ölüm bile güzel göründü gözüne. Onun için hiç endişe etmedi. Yavaşça kalabalığa karıştı. Baktı güneş çoktan çekilmiş. Torosların eteklerindeki gölgeler derinleşiyor. Fırat nehri kabarmış arkasından son suyunu döküyor. Vakit tamam, dedi kendi kendine.
O iyi insanlarla birlikte o güzel atlara bindi ve ufka doğru gözden kaybolup gitti.
Meltem Gürle
(İlüstrasyon: Zeynep Özatalay)
Bu yazı daha önce BirGün gazatesinde yayınlanmıştır.
Dünyalılar