Yaşam

Pazartesi sendromu değil kapitalizm…

Siz hiç sabah şirkete giderken “Allah kahretmesin bugün pazartesi, yine sendromlardayız!!” diyen bir kapitalist gördünüz mü?!

Eskiden ilkokula giderken olurdu… Hafta sonu mahalle maçı yapmışız, dizlerim yara bere içinde; bütün misketleri muhtarın oğluna kaybetmişim, boş ceple eve gitmeye utanıyorum; sabahın köründe kalkıp izlediğim Laff-A-Lympics Olimpiyatları’nda tuttuğum Ayı Yogiler haftalardır kazanamıyor; üstüne üstlük bir de Farah Fawcett Çarli’nin Melekleri’nden ayrılmış, yerine gelen kadın onun kadar güzel değil…

Böyle geçen bir hafta sonunun ardından şimdi işin yoksa Pazartesi kalk okula git. Yerli Malı Haftası’na denk gelirse börek çörek idare ederdik de gelmezse bu sefer; “Oğlum koş, öğretmenler odasından Türkiye haritasını kap getir bakayım.” Sanki Akdeniz Bölgesi’nin bitki örtüsü, kaybettiğim beşlik kemik misketten daha önemliymiş gibi… Hele bir de Galatasaray yenildiyse hiç çekilmezdi. Sabah annem işe giderken “Kıçım ağrıyor, başım ağrıyor, midem bulanıyor” diye ayak yapıp olayı salı gününe ertelemeye çalışırdım. Hani geçilecek dalga pazartesi günü geçilsin, salıya kalanları fazla ezilip büzülmeden savuştururum diye.

Aradan yıllar geçti… Evler büyüdü, pabuçlar büyüdü, yollar büyüdü… Neyse sonra Galatasaray UEFA Kupası’nı aldı da hafta sonu bir maçta yenilince pazartesi gününü çıkaracak yüzümüz oldu. Gerçi olsa kaç yazar? Zira kapitalizm denen modern kölelik düzeni insanların canına okurken, 25 donsuzun peşinde koştuğu siyah beyaz bir futbol topundan kendime vazife çıkarmak zamanla çok gücüme gitmeye başlamıştı. Bu düzende, daha silgi kokulu ilkokul günlerinde tanıştığımız pazartesi sıkıntısı kendini farklı bir depresyonla yeniden üretiyordu…

Cuma günü işten çıkar çıkmaz arkadaşlarla ortamlara aktınız. Aman sabahlar olmasın inşallah… Lakin oldu, mecbur, dünya dönüyor. Sonra cumartesi sabahı, önceden anlaştığınız gibi, eş dost Caddebostan’a piknik yapmaya gittiniz, o da eğer yarım gün çalışmak zorunda değilseniz. Akşamına da kiminiz Beşiktaş maçına yetişip tribün yaptı, kiminiz de Birsen Tezer’de kadehler havaya… Maksat, iki gözkırpmalık hafta sonunuz dolu dolu geçsin. Pazar sabahı aileyle uzun bir kahvaltı; ekleriyle birlikte 3500 sayfa olan Hürriyet paylaşılmış, fondaki spagetti western filminde Lee Van Cleef  kısık gözlerle sizi kesiyor…

Sonra kitap mı okusam, dışarı çıkıp sinemada film mi izlesem, SALT Galata’daki fotoğraf atölyesine mi gitsem, yoksa boş boş internette mi takılsam diye düşünürken saate bir bakıyorsunuz dört olmuş. Kalp atışlarınız hızlanır, içinizi bir sıkıntı basar… Bir gerginlik, bir telaş… Pazar banyosunun ardından saatlerce süren haftalık ütü partisiyle birlikte laptopta Leyla ile Mecnun izlersiniz. Bir yandan ince bir tebessüm, diğer yandan bitmekte olan hafta sonunun derin hüznü…

Ayda 1500 lira alan bir fabrika “işçisi” ile 3500 lira alan bir plaza “çalışanının” tek farkı fiyatıdır. Bu modern zaman dramı, fiyattan bağımsız olarak, her işçiyi aynı şekilde bağlar. Hani sorunca, “Ama plazada çalışanlar fabrika işçisi gibi değiller; onlar beyaz yakalı, onlar orta sınıf” diyen gevezelere istinaden. Sanırsın pazartesi günleri plaza çalışanlarına resmi tatil

Daha pazar günü, o kovboy filmini izlerken başlayan şu sözüm ona pazartesi sendromu, sabah üç kez ertelediğiniz alarm, fırçalamayı boş verdiğiniz dişleriniz ve bir türlü yatıramadığınız saçlarınızla devam eder.

Koştur koştur yakaladığınız serviste her gün aynı seramik yüzler, hep aynı feri sönmüş gözler… Platonik servis aşkınız Burcu da olmasa o trafik hiç çekilmez; çünkü onun gözleri hep gülüyor, ama başkasına. Giderek ağırlaşan depresif servis sessizliğini radyodan halka servis edilen sabah yalanları bozar: Ekmeğe zam yapılmadı ancak fiyatlar arttı. Bölücü terör örgütünün hain saldırısında üç askerimiz ölmedi ama şehit oldu. Bakan Bozkır Avrupa’ya vizesiz seyahat için tarih verdi. Milli otomobil projesinde sona yaklaşıldı. Mozambik’teki bir hayvanat bahçesinde yaşamakta olan bir maymun günde 600 adet çiklet çiğniyor. Piyasalar güne satıcılı başladı. Murat Kazanasmaz’la yol durumu, az sonra…

Kendinize yabancılaştığınız bu şehirde kendinizi arıyorken olmaktan korktuğunuz yerdesiniz, iştesiniz. Penceresiz ofisinizde bilgisayarınızın karşısına oturur oturmaz Ercüment Bey’in gecenin üçünde tüm şirket çalışanlarına yolladığı, motivasyon ve sinerji dolu, 08:30 toplantısının e-postasını görürsünüz. Halbuki mesajı pazar öğlen yazıp kaydetmiş, “Adama bak, gecenin köründe bile çalışıyor” desinler diye akıllı telefonuna alarm kurup üçte herkese yollamıştı… Değişiklik olsun diye, bugün birini kaşarlı diğerini zeytinli aldığınız poğaçaların yanında, çay demeye bin beş yüz şahit gereken Lipton sallama çayınızı yüzünüz acıya acıya içersiniz. Aynı esnada siz “Senelik izin tarihi için bu sefer nasıl bir yalan atsam” diye düşünürken ofise gelen Koç burssuz Berkecan, anlam veremediğiniz kadar müthiş bir enerjiyle, “Herkese günaydın!!!” diye bağırarak pazartesi ‘sendromunuzu’ on beşe katlar. Kendisi üniversiteden yeni mezun olduğu için henüz olayın tam olarak farkında değil; akşam Dövüş Kulübü’nde ağzını yüzünü dağıtsalar, bir daha kimseye öyle günaydın diyemeyecek… Derken, her sabah full makyaj ve fönlü gelmesinin gizemi bir türlü çözülemeyen çift kişilikli Banu Hanım’ın asansörden çıkmasıyla herkes poğaçalarını yarım bırakarak toplantı odasının yolunu tutar. Shareholderların major concernünün clarify edildiği bu çok mühim toplantıdan, her toplantıda olduğu gibi, haftaya tekrar toplanma kararı çıkar.

Pazartesi sendromunu, kendi kendinize çiçek gönderdiğiniz Salı depresyonu; Salı depresyonunu, şirketin küçülmeye gideceği dedikodusunun yayıldığı Çarşamba paranoyası, Çarşamba paranoyasını da hayrına mesaiye kaldığınız Perşembe yorgunluğu izler. Cuma zaten mübarek gün, nam-ı diğer altıgünün sultanı

Kimi aklı evveller, her hafta kendini tekrar eden bütün bu sendromları, depresyonları, yorgunlukları Nişantaşı’nda yogaya yazılarak aşacaklarını sanırlar. Halbuki onlar sana yazılıyor haberin yok… Yogayla, reikiyle, bilmem neyle çakraları açarak bu mesele çözülseydi Hindistan dünya mutluluk endeksinde 118. sırada olmazdı. Tabii bir de “sabah kahvemi içmeden güne başlayamıyorum şekerim” insanları var. Onları da fındık ve çikolata notalarıyla yumuşatılmış, ipeksi gövdesi ve meyvemsi aromasıyla ılık Latin rüzgarları estiren Peru Origin Espresso özel kahvesini denemek için Starbucks’a havale ediyoruz. İş çıkışında bildiğimiz Türk kahvesi içip iki çift lafın belini kırmak isteyenleri ise ben, bizzat, Mandabatmaz’a davet ediyorum efendim. Fallar sizden…

Öte yandan, bir saatlik seansına KDV dahil 600 lira verenlere üç adımda beş adım atmayı öğreten kişisel dönüşümcü (personal transformers) Aret Vartanyan “Mutlu olmak istiyorsanız sevdiğiniz işi yapın!!” gibi safsatalarla Twitter takipçilerine ahkam keser. Hatta yaşam koçu ve kişisel gelişim şarlatanlarının sıcak gündem maddelerinden biri “sevdiğin işi yapmak” ile “yaptığın işi sevmek”arasındaki fuzuli sorunsaldır. Halbuki ikisi de aynı kapıya çıkar. “Sevdiğin işi yap” modern zamanlarda sömürü oranını artırmak için kurulmuş bir düzmecedir. Bu post-modern isyankarlık insanların doğru yere bakmalarını engelleyen el çabukluğudur. Çünkü sistem farkındadır ki güler yüzlü kapitalizmde insanlar sevdikleri işi yaparlarsa daha az para karşılığında, modern köleliğe karşı seslerini fazla yükseltmeden, daha çok ve daha verimli çalışabilirler. Kapitalizmde “iş” dediğiniz özünde sevilen bir şey değildir; eğer öyle olsaydı zaten üstüne para vermezlerdi. Bu kravatlı kölelik düzeninde maaşınız, üretkenliğiniz oranında değil, iş günü süresince maruz kaldığınız ıstırap ve katlandığınız stres oranında belirlenir. Siz intihar vakalarının neden en çok CEO’larda görüldüğünü sanıyorsunuz?

Vurur yüze ifadesi sosyalizmde pazartesi sendromu olmaz bi tanesi

Küba’da vatandaşlar günde 5 buçuk saat çalışırlar. Kaldığımız evdeki Mariano dayı, dokuza on kala evden çıkıp yürüyerek postanedeki işine gider, öğlen iki buçuk gibi ağzında kendi sardığı purosunu tüttürerek eve gelirdi. Bahçesinden kopardığı taze nanelerle hepimize birer mojito yaptıktan sonra kapının önündeki sallanan sandalyelere oturup akşama kadar Fidelismo’nun geleceğini konuşurduk, bizim de major concernümüz buydu. Küba’da işyerlerinde enerjik Berkecanlar, kaprisli Banu Hanımlar, kurnaz Ercüment Beyler yok. Bir ay boyunca gezdik, dolaştık; insanlarda ne pazartesi sendromu gördük ne de salı depresyonu…

Siz hiç sabah şirkete giderken “Allah kahretmesin bugün pazartesi, yine sendromlardayız!!” diyen bir kapitalist gördünüz mü?!

Eğer görmediyseniz; yani toplumun yüzde 1’i bugünün pazartesi olmasına şükür ederken geri kalan yüzde 99’u küfür ediyorsa, bizim köyde buna pazartesi sendromu değil kapitalizm derler. Öyle bir tarafınızdan “sendrom” uydurmayın…

Yoksa bu berbat hayattaki tek lüksünüz o pazar kahvaltısı olmaya devam eder.

Anıl Aba

anil.aba@economics.utah.edu 

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu