Kültür-Sanat

Polonya’dan Dolapdere’ye bir şairin öyküsü

Yüz yıldan uzun bir süre önce yolu İstanbul’a düşmüş Polonyalı ‘milli’ şair o… Polonya’yı her yönüyle tanıtan bazı listelerde bile adını göremeyeceğiniz bir kahraman, Adam Mickiewicz. Mickiewicz’in Dolapdere’de yaşadığı ev ise artık artık şairin anılarıyla dolu bir müze. 

Bundan 160 yıl önce bir sabah, ülkesinin bağımsızlık mücadelesini örgütlemek için, güneş altın ışınlarıyla ortalığı aydınlatırken ayak basmış ‘mucizevi’ İstanbul’a. Ve iki ay sonra Beyoğlu’nun çamurlu yolları arasında, bir çift öküzün çektiği sade bir tabut içinde veda etmiş hayata…

“Beyoğlu’nun çamurlu yolları arasında, bir çift öküzün çektiği, sade bir tabut vardı. Polonyalılar’dan başka kimse yok sanıyordum. Yanılmış olduğumu biraz sonra anladım. Arkamızda, sokağı kaplamış, başlarına siyahlar sarmış, sel gibi bir kalabalık akıyordu. Cenaze alayında her ulusu temsil eden kişiler vardı. Sırplar, Dalmaçyalılar, Karadağlılar, Arnavutlar, İtalyanlar, özellikle Bulgarlar çoğunluktaydı. Siyahlar giyinmiş Müslümanlar da vardı kalabalık arasında. Ölenin şahsında, Slav şairin dehasına duydukları saygıyı böylece gösterdiler.”

Tarihçi arkadaşı T.T. Jez, şairin ölümünü böyle anlatıyor. “Beyoğlu’nun çamurlu yolları” sözleriyle anlattığı yer Dolapdere. “Siyahlar giyinmiş Müslümanların” bile hüzünlü çehrelerle katıldığı bu sessiz cenaze töreni sırasında takvimler bundan yaklaşık 160 yıl öncesini, 28 Kasım 1855’i işaret ediyor. Gösterişsiz tabuttaki ‘dahi şair’ ise Polonyalıların milli şairi ve kahramanı Adam Mickiewicz.

Dolapdere’de dört kere açılan bir müze

Bu kahraman şairin hayatının noktalandığı Dolapdere’deki evi bu yılın başında restorasyondan geçirildi ve iki ülke ilişkilerinin 600. yılı vesilesiyle müze olarak açıldı. Aslında bu müzenin dördüncü açılışıydı.

1955’te, şairin ölümünün 100. yılında ilk kez müzeye dönüştürülmüş bu ev. Fakat zamanla bakımsızlık ve ilgisizlikten eskimeye yüz tutunca 1970’lerde kapatılıp 1984’te sessiz sedasız yeniden açılmış. Ve 10 yıl kadar önce, şairin ölümünün 150. yılında restore edilip, İstanbul’un o zamanki valisi Muammer Güler tarafından tekrar…

Hikayeyi ilginç bulup müzenin peşine takılacaklar bir uyarı: Kısa bir internet turuyla hakkında birçok şey öğrenebileceğimizi düşündüğümüz müzenin adresi de telefon numarası da kimi sitelerde yanlıştı.

Tarlabaşı sokaklarında müzeyi boşu boşuna arayıp durmayın. Müze Dolapdere’de Tatlı Badem Sokak’ta. İki dar sokağın kesiştiği köşede yükselmiş üç katlı, yenilendiği her halinden belli fıstık yeşili renkli bir bina… Geleni gideni yok. Yakınlardaki esnaf bile müzeden habersiz. “Polonyalı bu şair kimdir, neden buraya gelmiştir?” gibi akla gelebilecek çeşitli soruların yanıtlarını bulabileceğiniz müzenin girişi ücretsiz. Bodrum dahil 4 kata yayılmış sergilerde sanatçının hayatı hakkında metinler, resimler ve gravürler görülüyor.

İstanbul ‘mucizesiyle’ tanışma

“Gemi sabah saat beşte, güneş doğmadan İstanbul Limanı’na girmek için yavaşlıyordu. Saat altıda şehri değil, adeta bir mucizeyi gördük (…) Doğan güneş bütün pencereleri ve minareleri altın ışınlarıyla parlatıyordu. Gerçekten büyüleyici bir şehir.”

Şairin, cenaze töreniyle giriş yaptığımız İstanbul günlerine, İstanbul’a Galata’dan ilk ayak basışıyla devam ediyoruz. Az önceki, “mucizenin etkisini” taşıyan izlenimler Mickiewicz’in İstanbul’a birlikte geldiği arkadaşı Henryk Sluzalskı’ye ait.

22 Eylül 1855 gününün sabahıydı. Arkadaşlarıyla ve sekreteriyle birlikte İstanbul’a gelen Mickiewicz, karşılaşacağı yaşam koşullarının ilkel nitelikte olmasını bekliyordu ve yanlarında kamp hayatında kullanılabilecek her türlü eşya vardı. Ama tabii çadırları kurmaya gerek kalmayacaktı…

Şairin sekreteri Levy, Mickiewicz’ın oğluna yazdığı mektupta şairin İstanbul’daki ilk dairesinin bulunuşunu şöyle anlatıyor:

“Galata iskelesine bir sandalla götürüldük. Ondan sonra, babanı kendisine davet etmek için güverteye gelmiş olan bir Polonyalı tabibin evine gittik; oraya eşyalarımızı bıraktık. Sonra aynı binadaki dairelerden birinin boş olduğu anlaşıldı. Oraya yerleştik. Henryk buna gerçekten sevindi, çünkü çadırının kurulabilmesine elverişli bir avlu bulamayacağını düşünüyordu.”

Tek odalı bir daireydi kaldıkları yer, kapının bulunduğu köşenin dışındaki yerleri üç arkadaş paylaşmıştı. Karyola yerine halı üzerine şilte serip, yorgan yerine paltolarını kullanarak uyuyorlardı. Tarihçilerin tespit ettiğine göre Mickiewicz’in İstanbul’da oturduğu yer Galata’daki St. Lazar manastırıydı. Ama bu hiçbir zaman kesinlik kazanmadı.

Rusya’ya karşı Osmanlı’nın yanında

Mickiewicz, o yıllarda Rusya’nın işgali altında olan Polonya’nın kurtuluşuna hizmet etmek için, daha önce sürgüne gittiği Fransa’dan gelmişti İstanbul’a. Kırım Savaşı yıllarında…

Rusya’yla savaşta olan Osmanlı’nın kazanması Polonya için de umut olacaktı. Mickiewicz’in göreviyse Osmanlı topraklarındaki Polonyalı Kazakları örgütleyip Kırım’da savaşacak bir tabur oluşturmaktı. Üniversitede profesörlük yaptığı Paris’ten gelirken yanında bir de Napolyon’un, “gereken kolaylık gösterilsin” ricasını ileten mektubu bulunuyordu.

Şairin İstanbul’daki ilk günlerini yine arkadaşının bir notundan öğreniyoruz; “İki gündür Türk usulü yaşıyoruz. Burada ucuz olan tavuklu pilavı kendimiz pişirip yiyoruz. Herkes bize tuhaf tuhaf bakıyor.”

Mickiewicz 3 Ekim’de bugünkü Bulgaristan’da bulunan Burgaz’a hareket etti. İki hafta boyunca oradaki Polonyalılarla ilişki kurduktan sonra tekrar Galata’ya döndü. Yeni bir daire ararken 8 Kasım’da “Pera’nın uzak kısmında” temiz bir daireye taşındı. Bugünkü Dolapdere’ye…

Kiranın yüksek olmaması da bu daireye taşınmasının bir nedeniydi. Ayrıca zaten Avrupa’yı karış karış dolaşırken uğradığı bu durakta uzun süre kalmaya niyetli değildi. Aralık başında Bulgaristan ve Sırbistan’a yolculuk edip oradaki Polonyalıları örgütleyecekti.

Fakat günler Mickiewicz’in planladığı şekilde devam etmedi. O günlerde İstanbul’u bir kolera salgını vurmuştu. Şair hastalara geçmiş olsun ziyaretinde bulunurken kendisi de mikrobu kaptı. Yalnızca 10 gün sonra, soğuk ve yağmurlu bir günde hayata veda etti. Şair büyük umutlarla İstanbul’a ayak bastıktan yalnızca iki ay sonra, 26 Kasım 1855’te hayata gözlerini yumdu.

O zamanlar bir tarihçi, Mickiewicz’in İstanbul’daki son dairesinin konumunu Dolapdere’nin dolambaçlı yollarını sıralayarak açıkladıktan sonra, şairin 600 yıllık tarihteki hikayesini de simgeleyen şu notu eklemişti:

“Bu semtte sokaklar tam olarak planlanmadığı ve dağınık halde olan küçük binalar bulunduğu için Mickiewicz’in oturduğu binanın konumunun tam belirlenmesi mümkün değildir.”

Hürriyet çığlığı atan çocuk

Viktor Hugo 1867’de şöyle tanımlamış şairi: “Mickiewicz demek güzellik, adalet ve doğruluk demektir; savaşçısı olduğu haklar, kahramanı olduğu vazife, havarisi olduğu hürriyet, müjdelediği kurtuluş demektir.”

Polonya’nın komşu devletlerce parçalanmasından iki yıl sonra, 1798’de doğan Mickiewicz küçük yaşta yazmaya başladığı şiirlerle özgürlüğünden yoksun kalmış ulusunun duygularını ifade edebilmişti ve yine çocukluk yıllarında üne kavuşmuş, bu ünü daha sonra uluslararası alana taşınmıştı. Şiirleri tüm gençliğin dilinde dolaşıp durdu:

Doğmuşum kölelik içinde,

Zincire vurulmuşum daha beşikte.

Selam sana istikbalin fecri,

Ardından doğacaktır, Hürriyet Güneşi…

Eyüp Tatlıpınar / BBC

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu