Yaşam

Şeylerin Hikayesi

‘ŞEYLERİN HİKAYESİ’ BELGESEL FİLMİN TAM METNİ

Bunlardan sizde var mı? Ben benimkine kafayı takmış durumdayım. Aslında tüm eşyalarıma kafayı takmış durumdayım. Aldığımız şeylerin nereden geldiğini ve attığımızda nereye gittiklerini hiç merak ettiniz mi?

stock-vector-seamless-pattern-with-things-vector-62691076

Ben bunu düşünmekten alıkoyamıyordum kendimi ve araştırmaya karar verdim.

Baktığım kitaplar şöyle diyordu; Kullandığımız “şeyler” farklı evrelerden geçerler: kaynak edinimi, üretim, dağıtım, tüketim ve atıkların ortadan kaldırılması. Bunun tümüne materyal ekonomisi deniliyor.

Bira daha araştırdım. Aslına bakarsanız tam 10 yıl boyunca eşyalarımızın nereden gelip nereye gittiğini araştırmak için tüm dünyayı dolaştım. Ve ne buldum biliyor musunuz? Hikayenin tamamının bu olmadığını.

Bu açıklamada eksik kalan pek çok şey var. Öncelikle bu sistem iyi işleyen bir sistem gibi görünüyor. Hiçbir problem yokmuş gibi. Ama gerçek şu ki bu sistem bir krizin içinde.

Krizde olmasının sebebi de bunun çizgisel bir sistem olması ve bizim sınırları olan bir gezegende yaşıyor olmamız ve sınırları olan bir gezegende çizgisel bir sistemi sonsuza kadar sürdüremezsiniz.

Bu sistem her aşamada gerçek dünyayla etkileşim halinde. Gerçek yaşamda sistem bomboş beyaz bir sayfanın üstünde işlemiyor. Toplumlarla, kültürlerle, ekonomilerle, doğayla etkileşim halinde ve tüm bu evreler boyunca sınırları zorluyor. Sınırları burada göremiyoruz çünkü bu diyagram tam değil. Öyleyse başa dönüp bir daha bakalım, boşlukları doldurup eksik kalan neymiş görelim,

systems1

Burada eksik olan en önemli şeylerden biri insanlar. Evet, insanlar.  Bu sistemin her aşamasında insanlar yaşarlar ve çalışırlar.

Ve bu sistemdeki bazı insanlar diğerlerine göre biraz daha önemlidir; bazılarının daha fazla sözü geçer. Kim mi bu insanlar? Hükümetle başlayalım. Bazı arkadaşlarım bana hükümeti temsil için tank kullanmamı önerdiler ve bu başta bizim ülkemiz olmak üzere pek çok ülke için doğru. Ne de olsa Amerika’nın tüm federal vergi gelirlerinin % 50’si orduya gidiyor. Ama ben hükümeti temsilen bir insan kullanmayı seçtim çünkü hükümetin değerlerinin ve vizyonunun temsil ettiği halk için ve halkın yanında olması gerektiğine  inanıyorum.

Bizi kollamak ve çıkarlarımızı korumak hükümetin sorumluluğudur. Bu onların işidir.

Sonra, şirket gelir. Şirketin hükümetten büyük görünmesinin sebebi şirketin hükümetten büyük olmasıdır. Yeryüzündeki en büyük 100 ekonominin 51’i şirketlerdir. Şirketlerin gücü ve boyutları büyüdükçe hükümetin tavrında bazı değişiklikler olmuştur. Artık her şeyin bizlerden çok şirketler için yolunda gitmesiyle daha çok ilgilenmeye başlamıştır.

Tamam, bakalım başka ne eksik bu resimde.

Doğal kaynakların sömürüsü anlamına gelen ve yeryüzünün tahribatı için süslü bir kelime olan “kaynak edinimi” ile başlayalım. Ağaçları kesiyoruz, maden çıkarmak için dağları deşiyoruz, tüm suyu kullanıyoruz ve hayvanları yok ediyoruz. İşte burada ilk sınırla karşılaşıyoruz. Kaynaklar tükeniyor. Çok fazla şey kullanıyoruz. Biliyorum, duyması zor ama bu gerçek ve bu konuda bir şeyler yapmalıyız. Sadece son 30 senede yeryüzünün doğal kaynaklarının üçte biri tamamen yok oldu. Gitti.

Öyle hızlı deliyor, kesiyor, madenleri çıkarıyor, taşıyor ve tahrip ediyoruz ki yeryüzünün insanlar için yaşanabilir olma özelliğine zarar veriyoruz.

Yaşadığı yerde, ABD’de eski ormanlarımızın sadece %4’ü duruyor.

Nehirlerimizin %40’ı içilemez durumda. Ve bizim sorunumuz sadece çok fazla şey kullanmak değil, hakkımıza düşenden daha fazlasını kullanmak. ABD, dünya nüfusunun %5’ine sahip olmasına rağmen dünyadaki kaynakların %30’unu tüketiyor ve dünyadaki atıkların %30’unu yaratıyor.

Dünyadaki herkes aynı oranda tüketseydi, 3-5 tane yeryüzüne ihtiyacımız olurdu. Farkında mısınız, bizim sadece bir yeryüzümüz var.

Ve ülkemin bu sınırlamaya tepkisi gidip başkalarının kaynaklarını kullanmak! Burasi da kimilerinin dediği gibi dünya ya da başka bir deyişle bize ait olan şeylerin her nasılsa başka birinin toprağında bulunması.

Bakalım nasıl oluyor?

Aynı şey; yine tahribat,

Küresel balıkçılığın %75’i tam kapasite ya da kapasitenin uzerinde yapılıyor.

Dünyanın eski ormanlarının %80’i yok oldu. Sadece Amazon ormanlarında dakikada 2000 ağaç yok oluyor. Bu dakikada 7 futbol sahası büyüklüğünde bir alan demek.

Peki ya orada yaşayan insanlar?

Onlara göre bu insanlar burada kuşaklar boyunca yaşamış olsalar da kaynakların sihibi değiller, çünkü üretim araçlarına sahip değiller ve çok şey satın almıyorlar. Ve bu sistemde çok şeye sahip değilseniz ya da satın almıyorsanız, hiçbir değeriniz yok.

Bir sonraki aşamada, kaynaklar üretim sürecine alınır ve burada zehirli kimyasallarla doğal kaynakları karıştırıp zehirli ürünler elde etmek için enerji kullanırız. Bugün ticarette kullanılan 100 binin üzerinde sentetik kimyasal var.

Bunların sadece küçük bir kısmı insan sağlığına itkileri konusunda test edilmiş ve hiçbiri her gün maruz kaldığımız diğer kimyasallarla birlikte kullanıldıklarında insan sağlığını nasıl etkileyecekleri konusunda test edilmemiş. Yani bu zehirli maddelerin sağlığımıza ve doğaya etkilerini tam olarak bilmiyoruz. Ama bir şeyi  biliyoruz: zehirli maddeler içeri, zehirli maddeler dışarı.

Üretim sürecimize bu zehirli maddeleri katmaya devam ittiğimiz sürece, evlerimize, iş yerimize ve okullarımıza aldığımız eşyalarla birlikte bu zehirli maddeleri de almaya devam edecegiz.

Ve tabi ki vücutlarımıza! BFR, bromatlanmış ateş geciktiricileri ele alalım. Bunlar kullandığımız eşyaları ateşe dayanıklı hale getiren kimyasallar ama süper zehirliler.

Bunlar nörotoksinler, yani beyni zehirleyen maddeler. Böyle bir kimyasal kullanmayı neden isteyelim ki? BFR’ı bilgisayarlarımızda kullanıyoruz, ev aletlerinde, divanlarda, yastıklarda. Aslında, yastıkları alıyoruz, bir nörotoksine batırıyoruz ve sonra eve getirip kafamızı üzerine koyup her gece 8 saat uyuyoruz. Bilmiyorum ama bu kadar potansiyeli olan bir ülkede uyurken kafamız ateş almasın diye daha iyi bir yöntem düşünebiliriz gibi geliyor bana.

Bu zehirli maddeler gıda zincirinde birikiyor ve vücutlarımızda konsantre halde toplanıyor. Biliyor musunuz gıda zincirinin en üstünde, en yüksek miktarda zehirli  madde içerin gıda hangisi? İnsan sütü. Bu demek oluyor ki , öyle bir noktaya ulaştık ki toplumların en küçük üyeleri  bebeklerimiz anne sütünden hayatlarının en zehirli kimyasal dozunu alıyorlar. Bu inanılmaz bir zarar değil mi ? Emzirmek en temel beslenme yolu olmalıdır; güvenli ve kutsal olmalıdır. Tabi ki emzirmek yine de en iyisidir ve anneler kesinlikle çocuklarını emzirmeye devam etmelidir ama bu eylemi korumalıyız.

Onlar (hükümet) korumalı. Bizi gözetiyorlar zannediyordum.

Tabii ki bu zehirli kimyasallardan en çok etkilenenler, aralarında doğurganlık döneminde olan kadınların da bulunduğu fabrika işçileri. Pek çok reprodüktif toksikle ve kanserojen maddeyle çalışıyorlar. Şimdi size sormak istiyorum, başka bir seçeneği olsa hangi kadın doğurganlık döneminde reprodüktif toksiklere maruz kalacağı bir işte çalışır?

İşte bu sistenim “güzelliklerinden” biri de bu. Yerel doğal kaynakların ve ekonomilerin zarar görmesi başka seçenekleri olmayan bir insan kitlesini sisteme kaynak olarak sunuyor. Dünyada her gün 200 bin insan kendilerini kuşaklar boyunca besleyip yaşam kaynağı olmuş alanlardan şehirlere taşınıyor.

Pek çoğu gecekondu mahallerinde yaşıyor, ne kadar zehirli olursa olsun ne iş olursa yapıyorlar. Gördüğünüz gibi, bu sistemde sadece doğal kaynaklar harcanmıyor, insanlar da harcanıyor. Toplumlar harcanıyor.

Evet zehirli maddeler içeri, zehirli maddeler dışarı. Zehirli maddelerin büyük kısmı fabrikaları ürünler olarak terk ediyor ama daha da büyük kısmı yan ürün yada kirlilik olarak çıkıyor. Hem de ne kirlilik! Amerika’da endüstri her yıl 4 milyon tondan fazla zehirli kimyasal sağladığını kabul ediyor.

Muhtemelen salınan miktar endüstrinin kabul ettiğinden çok daha fazla. İşte bu da başka bir sınır, eh, yılda 4 milyon ton zehirli kimyasalı kim görmek ve koklamak ister? Bu durumda ne yapıyorlar?

Bu kirli fabrikaları başka ülkelere taşıyorlar, başkalarının topraklarını kirletiyorlar! Ama sürpriz bu fabrikaların yarattığı hava kirliliğin büyük bir bölümü rüzgarlarla taşınarak bize geri geliyor.

Peki bütün bu doğal kaynaklar ürünlere dönüştükten sonra ne oluyor? Dağıtım için işte buraya gelir. Dağıtım “tüm bu zehirli ıvır zıvırı bir an önce satmak” anlamına gelir. Burada hedef fiyatları düşük tutmak, insanların almaya devam etmesini sağlamak, stoğu eritmektir.

Fiyatları nasıl düşük tutuyorlar? Mağaza çalışanlarına az para ödüyorlar ve her fırsatta sağlık sigortasından kısıyorlar. Her şey maliyeti haricileştirmekle ilgili. Bu demektir ki aldığımız şeylerin fiyatı gerçek maliyeti karşılamıyor. Bir diğer deyişle satın aldığımız şeylerin gerçek fiyatını ödemiyoruz.

Geçen gün bunun üzerine düşünüyordum. İşe yürüyordum, haberleri dinlemek istedim ve bir radyo almak için Radio Shack’e girdim. $4.99’u çok şirin yeşil renk bir radyo buldum. Radyoyu satın almak için sırada beklerken nasıl oluyor da $4,99 bu radyonun üretiminin ve bana kadar ulaşmasının gerçek maliyetini karşılar diye merak ediyordum. Radyodaki metal muhtemelen Güney Afrika’dan çıkarılmıştı, petrol ırak’tan gelmişti, plastik çin’de üretilmişti ve belki de tüm bu parçalar 15 yaşında bir Meksikalı tarafından Meksika’da birleştirilmişti, $4,99 bırakın bana radyoyu seçmemde yardımcı olan görevlinin maaşını ya da radyonun bana ulaşana kadar kat ettiği mesafenin masrafını karşılamayı, bu radyonun ben gelip onu alana kadar durduğu rafın kirasını bile karşılamazdı. Böylece bu radyo için aslında ödeme yapmadığımı fark ettim.

Peki öyleyse kim öduyordu?

Bu insanlar doğal kaynaklarının kaybıyla ödediler. Bu insanlar temiz havalarının kaybıyla, astım ve kanser sayısının artmasıyla ödediler. Kongo’daki çocuklar gelecekleri ile ödediler – bugün Kongo’daki çocukların %30’u elektronik eşyalarda kullanılan kotlan madenlerinde çalışmak için okulu bıraktılar. Bu insanlar da kendi sağlık sigortalarını karşılayarak ödediler.

Bu sistem boyunca herkes benim için bu radyoyu $4,99’a alabilmem için bir şeyler ödedi. Ama bu katkıların hiçbiri, muhasebe kaydına geçmedi. İşte şirket sahiplerinin, üretim gerçek maliyetini haricileştirmeleriyle bunu kastediyorum. Ve tabi, bu, bizi tüketimin altın okuna getiriyor. Tüketim, sitemin kalbidir, ona hareket veren motordur. Bu ok öylesine önemlidir ki tüm bu bozuk sistemi ayakta tutmak için onu muhafaza etmek, hükümet ve şirket için birinci önceliktir.

Bu nedenle 11 Eylül’den sonra, ülke şoktayken, Başkan Bush, duruma uygun birkaç şey önerebilecekken, yas tutun, dua edin, ümit edin gibi, alış veriş edin dedi. ALIŞ VERİŞ ETMEK Mİ?

Biz bir tüketiciler ulusu olduk. Bizlerin birincil kimlikleri, anneler, öğretmeler, çiftçiler olmak değil, sadece tüketici olmak. İnsan olarak değerlerimizin ölçüldüğü ve topluma sunduğu yegane yol, bu oka ne kadar hızlı katkı yaptığımız ve ne kadar tükettiğimiz ile ilgili. Durum böyle olunca, biz ne yaparız?! Alışveriş yaparız ve alışveriş yaparız ve alışveriş yaparız. Mal akışına hizmet ederiz. Onlarda malları akıttıkça akıtırlar. Kuzey Amerika’da bu sistem üzerinden akan materyallerin yüzde kaçı satışından 6 ay sonra kullanılabilir haldedir tahmin edin. %50 mi? 20 mi? HAYIR. %1! Bir!

Bir diğer deyişle hasat ettiğimiz, yer altında çıkardığımız, işlediğimiz, naklettiğimiz her şeyin %99‘u, bu sistemde 6 ay içinde bir daha kullanılamayacak şekilde çöpe dönüşmektedir.

Şimdi, böylesine bir tüketim oranı ile gezegeni nasıl çekip çevireceğiz? Bu her zaman böyle değildi. Bugün ortalama bir Amerikalı, 50 yıl öncesine göre iki kat daha fazla tüketiyor. Anneannenize sorun. Onun zamanında, idareli olmak, elindekilerin kıymetini bilmek ve tutumlu olmak değerli sayılırdı.

Peki ama bu durum nasıl ortaya çıktı? Tabii, bu doğal olarak ortaya kendiliğinden çıkmadı. Tasarlandı. 2. Dünya Savaş’ından hemen sonra, bu adamlar, Amerikan ekonomisini nasıl büyüteceklerini anlamaya çalışıyorlardı. Perakende analisti Victor Lebow, tüm sistem için bir norm olacak çözümü tanımladı: ”Müthiş verimli ekonomimiz, tüketimi hayat biçimimiz haline getirmemizi, alışveriş ve tüketimi kutsal törenlere dönüştürmemizi, ruhsal tatmini ve ego  tatminini tüketiminde aramamızı talep ediyor. Etrafımızdaki şeylerin giderek artan bir hızla tüketilmesine, yerine yenilerinin konmasına ve çöpe atılmasına ihtiyacımız var” dedi. Ve Başkan Einsenhower’ın Ekonomik Danışmanlar Konseyi Başkanı, “Amerikan ekonomisinin Nihai amacı, daha fazla tüketim maddesi üretmektir. DAFA FAZLA TÜKETİM MADDESİ Mİ? Nihai (ekonomik) amacımız bu mu? Sağlık hizmeti veya eğitim veya güvenli taşıma veya sürdürülebilirlik veya adalet sağlamak değil de tüketim maddeleri mi?

Peki nasıl oldu da bizleri bu programın çılgın destekçileri haline getirdiler? Tabii, en etkin stratejilerden ikisi, planlanan kulanım dışı olma ve algılanan kullanım dışı olmadır. Planlanan kullanım dışı olma, bir başka değişle çöpe atmak için tasarlamaktır. Bu, onların gerçekten mümkün mertebe çabuk bir şekilde ürünlerin kullanılmaz hale getirmek üzere tasarlamaları anlamına geliyor. Böylece, elimizdeki ürünü çöpe atar, koşar yenisini alırız.

Bu yöntem plastik torbalar, kahve bardakları için bariz. Fakat şimdilerde büyük ürünlerde de aynı durumda: Tekstil ürünleri, DVD’ler, kameralar, mangallar bile, her şey! Bilgisayarlar bile. Şuna dikkat ettiniz mi hiç? Şimdi bir bilgisayar satın aldığınızda, teknoloji birkaç yıl içinde öyle hızlı değişiyor ki, yeni bilgisayarlarınız iletişim için engel bile teşkil ediyor. Ben çok merak ettim ve masaüstü bilgisayarımın içini açtım baktım. Her yıl değişen parçanın, köşede duran ince, küçük parça olduğunu öğrendim. Fakat kendiniz bu küçük parçayı, yeni küçük parça ile değiştirmeniz imkansız çünkü her yıl versiyonun şekli farklı. Bu neden ile tüm bilgisayarları çöpe atıp, yenisini almak zorunda kalıyorsunuz.

Planlanan kullanım dışı olmanın gündeme gelmeye başladığı 1950’lerdeki endüstriyel tasarım dergilerinden bölümler okuyordum. Tasarımcılar, bu konuda öylesine açıklar ki! Çarçabuk bozulsa da tüketicinin sadakat ile yeniden alacağı ürün tasarımlarını nasıl yapabiliriz diye ciddi ciddi tartışıyorlar. Tamamen kasıtlı yapılmış.

Fakat tüketim maddeleri, bu oku canlı tutacak hızda bozulmaz ve bu nedenle devreye algılanan kullanım dışı olma girer. Algılanan kullanım dışı olma, bizi kullanılabilirlik açısından mükemmel durumda olan eşyaları atmaya inandırır. Bunu nasıl yaparlar? Tabi ki eşyaların görünüşünü değiştirirler. Böylece birkaç yıl önce aldığımız şeyleri gören herkes sizin son zamanlarda bu tüketim okuna katkıda bulunmadığınızı söyleyebilir. Tabii, sosyal değerlerimizi bu tüketim okuna yaptığımız katkılarla ölçtüğümüz için, düşeceğimiz durum utanç verici olabilir.

Masamın üzerinde aynı şişman beyaz bilgisayar monitörü 5 yıldır duruyor.  İş arkadaşlarım daha yeni bir bilgisayar aldı. İnce parlak düz ekranlı bir monitörü var. Bu ekran, bilgisayarına yakışıyor. Telefonuna yakışıyor. Ve hatta kalem kutusuna yakışıyor. Havalı gözüküyor. Sanki uzay gemisinin merkezinde komuta eder gibi gözüküyor. Ya ben? Sanki masamın üzerinde bir çamaşır makinesi varmış gibi görünüyorum.

Moda, bu konuda diğer bir örnek. Kadın ayakkabılarının her yıl kalın topuklu, diğer iki yıl önce topuklu , sonra yine kalın topuklu olduğunu merak ettiniz mi hiç? Tabii ki bunun nedeni, hangi topuk yapısının kadınların ayakları için daha sağlıklı olduğu konusundaki tartışmalar değil.

Bu daha çok ince topuklu yılında kalın topuklu giymenizin tüketim okuna son zamanlarda hiç katkıda bulunmadığınızı ve yanı başınızdaki ince topuklu kişiye ya da daha çok reklamlardaki kişiye göre daha değersiz olduğunuz herkese göstermek içindir. Bu, yeni ayakkabılar satılsın diye tasarlanmıştır.

Reklamlar ve genel olarak medya, bunda büyük rol oynar. Amerika’da yaşayan her kişi, her gün 3 bin den fazla reklamın hedefi oluyor. Her birimiz, 50 yıl önce yaşayanların hayatları boyunca görebilecekleri reklamlardan fazlasını bir yıl içinde görüyoruz.

Bir düşünün, sahip olduklarımızda mutsuz olmamızı sağlamaktan başka bir reklamın amacı nedir? Böylece, günde 3 bin kez, saçımızın, cildimizin, kıyafetlerimizin, mobilyalarımızın, arabamızın ve hatta kendimizin yanlış olduğu ve hemen alışveriş yapmaya giderek, bütün bu yanlışlıkları düzeltebileceğimiz söylenir bize. Medya aracı tüm bunları saklayarak duruma yardımcı oluyor.

Böylece materyal  ekonomisinin bize görünen tek yüzü, alışveriş olur. Topraktan çıkartma, üretim ve atıkların yok edilmesi, tamamen bizim görüş alanımızın dışında gerçekleşir. Böylece şu anda Amerika’da daha önce hiç olmadığı kadar çok şeyimiz olmasına rağmen yapılan anketlerin sonucunda görmekteyiz ki, ulusal mutluluk endeksi aslında düşüyor. Ulusal mutluluk endeksi 1950’lerde zirve yapıp sonrasında düşüşe geçmiş tam da bu tüketim çılgınlığının patladığı dönemde. Hmmmm, ne ilginç bir tesadüf. Zannedersem bunun nedenini biliyorum.

Daha fazla eşyamız var ama kendimizi gerçekten mutlu edecek şeyler için daha az zamanımız var: ailemiz, arkadaşlarımız, kendimiz için boş zaman, Şimdiye dek olmadığı kadar çok çalışıyoruz. Bazı analistler, feodal topluluklardakinden daha az boş zamanımız olduğunu söylüyor.

Sahip olduğumuz kıt boş zamanda da yaptığımız iki ana aktivite nedir biliyor musunuz? TV seyretmek  ve  alışveriş yapmak. Amerika’da alışveriş için Avrupalıların 3-4 katı zaman harcıyoruz. Böylesi gülünç bir durumdayız: işe gideriz hatta iki ayrı işe bile gideriz ve eve geliriz. Yorgun halde yeni aldığımız koltuğa çökeriz ve TV seyrederiz. Reklamlar bize “CAN SIKICI” olduğumuzu söyler. Kendimizi iyi hissetmek için hemen dev alışveriş merkezine gitmek ve alışveriş yapmak zorunda kalırız. Tabii, yeni aldığımız eşyaların parsını ödeyebilmek için daha fazla çalışmamız gerekir. Daha da yorgun yine eve geliriz. Koltuğa çökeriz ve daha fazla TV seyrederiz. Reklamlar bize tekrar alışveriş merkezine gitmemizi söyler.

Çılgın bir çalışma – izleme – harcama döngüsünde sıkışmışızdır ve bunu sadece biz durdurabiliriz.

Ve sonunda satın aldığımız bu şeylere ne oluyor?

1970’lerden beri ortalama bir Amerikan evinin büyüklüğü iki katına çıkmış olmasına rağmen bu şekilde tüketmeye devam edersek satın aldığımız şeyler evlerimize sığamazlar. Hepsi sonuçta çöpe gidiyor.

Böylece atıkların ortadan kaldırılması aşamasına gelmiş oluyoruz. Bu, materyal ekonomisin en iyi bildiğimiz kısmı çünkü bütün ıvır zıvırı kendi elimizle çöpe atıyoruz. ABD’de her birimiz günde 2 kilo çöp üretiyoruz. Bu 30 yıl önceki rakamın iki katı. Tüm bu çöpler – yani satın aldığımız şeyler – ya yerde kocaman bir delik olan atık gömü’ye yığılıyor ya da gerçekten çok şanssızsanız, önce bir çöp fırınında yakılıyor, sonra  atık gömü’ye  konuluyor. Her ikisi de havayı, toprağı, suyu kirletiyor ve unutmayın, iklimi değiştiriyor.

Çöpleri yakmak gerçekten kötü. Üretim aşamasındaki zehirli maddeleri hatırlıyor musunuz? Çöpleri yakmak bu toksinleri tekrar havaya salıyor.

Daha da kötüsü dioksin gibi yeni süper zehirli maddelerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Dioksin insan tarafından yapılmış ve bilimsel olarak bilinen en zehirli maddedir ve çöp yakma tesisleri bir numaralı dioksin kaynağıdır.

Bu demek oluyorki insan tarafında yapılmış bilinen en zehirli maddenin bir numaralı kaynağı sadece çöpleri yakmayı durdurarak ortadan kaldırabiliriz. Bunu bugün durdurabiliriz! Birde atık gömü veya çöp yakma tesisleri ile uğraşmak istemeyen şirketler var ki bunlar atıkları bile ihraç ediyorlar.

Ya geri dönüşüm?

Geri dönüşümün faydası var mı? Evet faydası var.

Geri dönüşüm bu uçta çöp azaltırken, diğer uçtada kaynakların tüketilmesi üzerindeki baskıyı azaltıyor. Evet evet  evet  hepimiz geri dönüşüm yapmalıyız. Ama geri dönüşüm yeterli değil. Geri dönüşüm hiçbir zaman yeterli olmayacak, birkaç sebepten dolayı. Birincisi, evlerimizden çıkan atıklar buzdağının sadece görünen bir parçası. Çöpe gönderdiğimiz her bir ıvır zıvırı üretim için 70 kutu atık meydana geliyor. Yani ev atıklarımızın %100’ünü bile dönüştürebilsek problem çözülmüyor. Ayrıca atıkların bir kısmı dönüştürülemiyor, çünkü ya çok miktarda zehirli madde içeriyor ya da en baştan geri dönüştürülemeyecek şekilde tasarlanıyor. Mesala metal, kağıt ve plastiğin karıştırılması ile üretilen meyve suyu kutularında olduğu gibi, o maddeleri gerçek bir geri dönüşüm için ayrıştıramazsınız.

Gördüğünüz gibi bu, kriz içinde bir sistem.

Bütün yol boyunca pek çok sınırı zorluyoruz. İklim değişkenliğinden mutluluğun azalmasına, bu sisteme çalışıyor. Ama bu kadar yaygın bir problemin avantajı pek çok müdahale noktasının bulunması. Burada ormanları kurtarmaya çalışan ve temiz üretim ile ilgili çalışan insanlar var. İşçi hakları, adil ticaret, bilinçli tüketim, atık gömülerin ve çöp yakım tesislerinin bloke edilmesi ve en önemlisi hükümetin tekrar halkın yanında ve halk için olması için çalışan insanlar var. Bütün bu çalışmalar gerçekten çok önemli ama ciddi değişim, bağlantıları büyük resmi gördüğünüzde gerçekleşecek. Bu sistemin her yerindeki insanlar ortak bir amaçla bir araya geldiklerinde şu andaki doğrusal sistemi, insanları ve kaynakları harcamayan yeni bir sisteme dönüştürebileceğiz. Aslında ihtiyacımız olan bu eski kullan-at zihniyetinden kurtulmak.

Eşitlik ve sürdürülebilirlik ilkelerinden yola çıkan yeni bir düşünce sistemi var artık. Yeşil kimya, sıfır atık, kapalı döngü üretim, yenilenebilir enerji, yaşayan yerel ekonomiler. Bütün bunlar şu anda oluyor. Bazı insanlar, bu gerçekçi değil, fazla idealist, olmayacak diyorlar. Ama ben hala o eski yolda devam etmek isteyenlerin gerçekçi olmadığını düşünüyorum. Hayal görüyorlar. Unutmayın ki o eski zihniyet ve sistem de kendiliğinden ortaya çıkmadı. Yer çekimi gibi birlikte yaşamamız gereken bir gerçeklik değil. Eski sistemi insanlar yarattı. Bizde insanız. Haydi o zaman artık yeni bir sistem yaratalım.

Videoları izlemek isterseniz:

https://dunyalilar.org/esyalarin-hikayesi-1-bolum.html

https://dunyalilar.org/esyalarin-hikayesi-2-bolum.html

https://dunyalilar.org/esyalarin-hikayesi-3-bolum.html

Türkçe’ye çevirenler: Filiz Telek, Tuna Özçuhadar ve Deniz Postacı

Düzenleyen : Deniz KARTAL

www.dunyalilar.org 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu