Kültür-Sanat

Sırça Fanusta Bir Kadın: SyIvia Plath

Yaşamı boyunca depresyon ve önlenemez ölüm fikri ile mücadele etmiş ve bu mücadelesini şiirlerine güçlü bir biçimde yansıtmış, 20. yüzyılın en büyük kadın edebiyatçılarından birinin, 31 yıllık bir yaşamın özeti…SyIvia Plath

Yaşamının odağı ve zihninin büyük saplantısı olan ölümle ilk kez karşılaştığında sekiz yaşındadır Sylvia Plath. Bu, babasının ölümüdür. Ölümle ikinci karşılaşması ise, on dokuz yaşındaki intihar girişimi ile olur. Bir kutu uyku ilacı içer, kusar ve kurtulur. Son kez ölümle karşılaştığında ise otuz bir yaşındadır ve ikinci intihar girişiminde başarılı olmuştur.

Sylvia Plath, 1932’de Massachusettes’te doğar. Sekiz yaşında iken öğretmen olan babasını kaybeder. Aynı yıl ilk şiiri yayımlanır. Bazı yazarlara göre, babasının ölümü karşısında bir savunma ve kaçış olarak şiire başlar. Duyarlı, akıllı, elini attığı her şeyde başarılı olan örnek bir evlat, popüler bir öğrencidir. Yirmi bir yaşında, Mademoiselle Magazine’de konuk editör olarak çalışırken, uyku hapı içerek intihar girişiminde bulunur. Daha sonra, otobiyografik romanı “Sırça Fanus’ta” anlatacağı bu intihar girişiminin ardından hastaneye yatırılır. Sırça Fanus’un kahramanı Esther, Sylvia gibi başarılı bir öğrencidir. Bir moda dergisinde yazar olarak çalışırken, yoğunlaşma güçlüğü, uyku bozukluğu ve depresif belirtiler ortaya çıkar ve giderek artar.

“…üç hafadır ellerimi yıkamıyordum… Yedi gündür hiç uyumuyordum. Annem uyumam gerektiğini söylüyordu, ama uyusam da, gözlerim açık uyuyordum, başucumdaki saatin akrep ve yelkovanının daireler çizmesini izleyerek yedi gece geçirmiştim, ne bir saniyeyi ne bir dakikayı ne de bir saati kaçırmıştım. Saçımı ya da giysilerimi yıkamamam da çok anlamsız görünmesindendi.  Ertesi gün yine yıkanacaksam, bugün yıkanmamın hiçbir anlamı yoktu. Bunu düşünmek bile beni yoruyordu…”

Esther’in erkek arkadaşı, annesi, işi ve okulu ile ilişkileri bozulur. Uykusuz geçirdiği gecelerin sonunda bir psikiyatriste başvurur. Kötü giden psikoterapiler ve onu çok korkutan ve ‘karatahtadaki tebeşir tozları gibi silen’ elektrokonvülzif terapiler de bir işe yaramaz ve ağır bir depresyon yerleşir. Esther, obsesif şekilde intiharı düşünmektedir. Kendisini bodruma kapatıp bir kutu uyku hapı içer, ama kustuğu için kurtulur. Uzun süre psikiyatrı kliniğinde yatar, yine elektrokonvülzif terapi ve psikoterapi uygulanır. Bu kez her şey daha iyi gider ve yavaş yavaş depresyonun ‘sırça fanusu’ kalkar, Esther normal yaşamına döner.

Daha sonra yazdığı kısa öykü “Dilek Kutusu’nda” da uyku hapları ve intihar girişimi vardır. Bu kez Agnes, kocasının kendisine çok canlı aktardığı rüyalarına özenir, güzel rüyalar görebilmek için türlü yöntemler dener, ama hep karabasanlar görmektedir. Yaşamı bu karabasanlar ve rüya saplantısı ile dolmuştur, giderek uykusuzluk ve depresyon gelişir ve Agnes öldürücü dozda uyku ilacı alır. Kocası onu bulduğun da “hafif, gizemli bir zafer gülümsemesiyle, huzura ermiş görünmekte”dir.

Sylvia hastaneden çıktıktan sonra, yine eski parlak günlerine döner, İngiltere’de öğrenim bursu kazanarak Cambridge’e gider. Depresyonda iken çekilmiş fotoğrafına bakarak güncesine yazdığı satırlar sadece onun değil, birçok depresifin yüz ifadesini tanımlar:

“Şu çirkin ölü maskeye bak, unutma onu. Bir tebeşir maskesi o, ardında ölü kuru zehir var, tıpkı ölüm meleği gibi. Bu sonbahar böyleydim, bir daha hiç böyle olmak istemiyorum. Sarkık dudaklı, umarsızca kederli ağız, düz sıkkın, uyuşmuş, anlamsız gözler: İçerideki kokuşmuş çürümenin belirtileri…”

Yirmi üç yaşındadır. Tiyatro kulübüne, politika kulüplerine üyedir, gazete ve dergilere yazmaktadır, yine çok başarılıdır. Okul dışında da renkli bir yaşamı vardır. İlk ciddi sevgilisi olan Richard Sassoon ile birlikte, 1955 Noel tatilini Paris’te geçirir. Birlikte Fransa’nın güney kıyılarına yaptıkları geziden annesine gönderdiği kartlarda yazdıkları, neşeli, canlı, coşkulu, neredeyse hipomaniktir. Ölüm yanından uzaklaşmış gibidir. Ancak, Cambridge’e döndüğünde, Paris’te kalan Richard ona kendisini aramamasını söyler. Sylvia yine depresyonun eşiğindedir. Bu tarihlerde annesine yazdığı mektuplarda yaşamında bir eksiklik olduğundan söz eder. Güncesinde 24 Şubatta şöyle yazılıdır:

“Her yerde zil sesleri duyuyorum, telefon zilleri, bana değil; kapı zilleri, bana değil; bütün kızlara güller geliyor, bana hiç yok… Umutsuzluk…”

Ertesi gün üniversite psikiyatrisine gider. Genç şair Ted Hughes ile tanışması da aynı güne rastlar. Aynı yıl evlenirler.plathhughes2013

Sylvia, bu kez depresyonu hafif atlatmış görünmektedir. Ama Sırça Fanus’un son sayfasında yazdığı, gibi depresyonun tekrarlayıcı doğasını çok iyi bilmektedir. “Bir gün, bir yerde okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim?”

Zaten ölüm motifi şiirlerini bırakmamıştır. Fransa’da bir tatil kasabası olan Berck-Plage’da eşiyle yaptıkları bir tatilde yan dairede oturan komşularının ölümünden çok etkilenir ve bir şiir yazar. Bu şiir, bir karabasan gibidir. Deniz, güneş, kumsal ve genç kızların gözlemiyle başlar ve yaşlı adamın ölümü ve cenazesi ile sürer.

Çenesini bir kitapla desteklediler, kaskatı kesilene dek

Sonra titreyen ellerini kavuşturdular: Hoşça kalın,

hoşça kalın

Bu bir lütuf, bu bir lütuf:

Sabun renkli meşeden uzun tabut…

Yaşamının son kışında yazdığı “Babacığım” şiirinde de babasını anımsarken ölüm ve intihar şiirin ana temasıdır:

Daha on yaşındaydım seni gömdüklerinde,

Yirmimde ölmeye çabaladım

Ve sana geri, geri dönmeye.

Hiç değilse kemiklerim becerir sandım.

Ama torbadan çıkardılar beni,

Ve tekrar yapıştırdılar parçalarımı tutkalla…

Plath’ın depresyonunun ailesel olduğuna dair açık bulgular vardır. Büyükanne kronik depresyon, halalarından biri unipolar depresyon atakları geçiriyordu, babada da tanı konmamış depresyondan söz ediliyordu. Bir eleştirmen Sırça Fanus’u okumanın depresyon hakkında birçok psikiyatrik metinden daha öğretici olduğunu söyler.gizdokumcu-siirin-en-buyuk-temsilcilerinden-listelist

Sylvia’nın yaşamındaki önemli bir kişi de, 1959’da Robert Lowell’ın şiir sınıfına devam ederken tanıştığı şair Anne Sexton’dır. İkisi de şairdir ve ikisi de kadındır ama onları birbirine çeken en önemli ortak özellikleri, ölüm obsesyonlarıdır. Anne Sexton’a göre, her ikisi de “lambanın cezbettiği pervaneler gibi” ölümün çekiciliğine kapılmışlardır. Sık sık birlikte olur, ölüm karşısındaki duygularını paylaşırlar.

Sylvia, Anne’e ilk intihar girişimini ayrıntılarıyla anlatmış ve onu çok etkilemiştir. Sexton şöyle der: “İntihar Sylvia’nın içinde. Tıpkı benim gibi. Tıpkı birçoğumuz gibi. Ama biz şanslıyız, bunu çok ileri götürmüyoruz, bir şey ya da birisi bizi yaşamaya zorluyor.”

Ancak yaşama iten güçler, Sylvia için 1963 kışında sona erer. Ted Hughes onu başka bir kadın için terk etmiştir. Londra’da küçük, soğuk bir dairede, iki çocuğuyla yalnız ve parasız geçirdiği kış boyunca ağır bir depresyon içindedir. Mutfak ve fırın boştur. Açlık içindeki çocuklarına baktıkça depresyonu daha da derinleşir. En çok yazdığı dönem de bugünlere rastlar. Yalnızdır, çaresizdir, umutsuz ve hastadır, depresyonla ve kendisiyle boğuşmakta ve korkmaktadır:

Mutfaktaki kötülük!

Patatesler tıslıyor.

Bana kedi yavrularını boğ diyorsun. Ne pis kokuyorlar! Kızımı boğmamı söylüyorsun

İkisinde delirirse, on yaşında boğazını keser nasıl olsa

Bu şiiri yazdıktan dört ay sonra, 11 Şubat 1963’de kendisini mutfağa kapatır, fırının gazını açar, başını içeri sokar ve bu kez ölmeyi başarır. Bu sırada iki çocuğu da evdedir. Son şiirinde dediği gibi:

Kadın tamamlanmıştır artık

Ölü,

Bedeninde başarmanın gülüşü…

Yanına bıraktığı kağıtta yazılı olan iki sözcük, yaşamı boyunca süren Eros ile Thanatos’un çarpışmasını bir kez daha çarpıcı biçimde ortaya koyar: “Doktor çağırın”.

Derleyen: Sibel Çağlar

Kaynak: Cem Mumcu – Kadın ve Depresyon

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu