Aldığımız kararlarda, irademize ne derece hâkim olabiliyoruz? Aldığımız kararlarda, biz mi beynimizi yönetiyoruz yoksa beynimiz mi bizi?
Düşüncemize yardımcı olmak üzere, konuya, felsefeci Philippa Foot ve Judith Jarvis’in ortaya attığı Vagon İkilemi (Trolley Dilemma) ile bakmaya çalışalım.
Bir tren yolunun yakınlarındasınız. Birden bire bir gürültü ile irkiliyorsunuz. İçinde, sürücüsünün veya kontrol eden bir kişinin olmadığı bir vagonun, tren yolu boyunca hızla yol almakta olduğunu görüyorsunuz. Bir bakıyorsunuz ki, ileride ve tren yolunun üzerinde beş işçi, sırtları, gelen vagona dönük olmak üzere çalışıyorlar. Şehrin gürültüsü nedeniyle, işçilere bağırıp sesinizi duyurup, onları uyarma şansınız da yok. Her hâlükârda vagonun altında kalacaklar. O anda fark ediyorsunuz ki, vagonu diğer raya geçirecek olan bir kolun (levye) hemen yakınındasınız. Eğer kolu çekerseniz, vagon, makas atlayarak diğer raya geçecek ve beş işçi kurtulacak. Ancak, fark ediyorsunuz ki, vagonu makas atlatarak gideceğini düşündüğünüz rayın üzerinde de gelen vagondan habersiz bir işçi çalışıyor. Onu da hiçbir şekilde uyarma şansınız yok.
Bu durumda iki şeyden birini yapacaksınız. Ya hiçbir şekilde, vagonun makas atlayıp diğer raya geçebilecek kolu çekmeyecek ve böylece vagonun, yolu üzerindeki beş işçiyi altına alarak öldürmesine izin vereceksiniz ya da kolu çekerek, vagonun, makas vasıtasıyla diğer raya geçmesini sağlayacak ve beş kişinin hayatını kurtaracak, buna karşılık bir kişinin hayatını feda edeceksiniz. Hangisini seçerdiniz?
Senaryomuzu burada sonlandırmayıp devam edelim. Bu defa da altından tren yolu geçen bir köprünün üzerindesiniz. Yanınızda hiç tanımadığınız iriyarı bir adam var. Yine, senaryomuz gereği, içinde sürücüsünün olmadığı bir vagonun geldiğini görüyorsunuz. Yine, tren yolu üzerinde, gelen vagondan habersiz beş işçi çalışmaktadır. Beş işçiyi, bir evvelki senaryoda olduğu gibi hiçbir şekilde tehlikeden dolayı uyarmak mümkün değil. Ancak, beş işçiyi kurtarmak için bir imkânınız var. Eğer, tanımadığınız adamı, köprüden ittirir ve aşağı atarsanız, adam, rayların üzerine düşecek, böylece vagon adama takılarak duracak ve beş kişin hayatı kurtulacaktır. (Adamı ittirdiğimiz köprünün korkuluklarının yüksek olmadığı; sizin, adamı ittirecek güçte olduğunuzu; adamın, rayların üzerine düşeceğini ve böylece vagonun da adama takılarak duracağından ve beş kişinin kurtulacağından kesinlikle emin olduğumuzu varsayıyoruz.)
Senaryonun bu ikinci durumunda ne yapardınız? Adamı ittirir ve beş kişinin hayatını kurtarır mıydınız yoksa vagonun geçip gitmesini ve nihayetinde beş kişinin ölmesini mi izlerdiniz?
Aslında bakarsanız her iki senaryoda da beş kişiyi kurtarıp bir kişiyi feda etmek sizin elinizde olduğu ve aynı aritmetik sonuç elde edildiği halde, iki senaryoda neden farklı davranırız?
Bu senaryo, Boston’da Harvard Üniversitesi’nden Marc Hauser tarafından 300 binden fazla kişiye sorulmuş. Birinci senaryoda, hemen hemen büyük bir çoğunluk beş kişiyi kurtarmak için bir kişiyi feda ederek kolu çekerken, ikinci senaryoda ise, çoğunluk denecek sayıdaki kişi, adamı, vagonun önüne atma düşüncesinden kaçınmış, yani beş kişinin ölümünü izlemiştir. İkinci senaryoda sadece her altı kişiden biri, adamı, vagonun önüne atmayı düşünmüştür.
Bu senaryo, Amerika’dan Çin’e, göçebe halktan şehirlisine, senaryoları idrak edecek her yaş grubuna, her iki cinse (kadın-erkek), her eğitim seviyesinden kişilere, akademisyenlere, işçilere, inançlı veya ateistlere sorulmuştur. Alınan sonuç her defasında aynıdır. Bir başka deyişle, herhangi bir ayrım gözetmeksizin, soruya muhatap olanlar birinci senaryo için kolu çekip beş işçiyi kurtarırken, ikinci senaryoda ise (1/6 lık kısım hariç) adamı, köprüden aşağıya atmamayı ve beş işçinin ölümünü izlemeyi tercih etmişlerdir.
Buradaki karar mekanizması, bir insanın ölümünden, kendimizi aktif veya pasif olarak ne derece sorumlu tutacağımız ile ilgilidir.
Gündelik kararlarımızın büyük bir çoğunluğunu, alnımızın hemen arkasına isabet eden beyin lobumuzun dorsolateral prefrontal korteks denen kısmıyla alırız. İşte bu kısım, aynı zamanda, bizim vagon ikilemimizdeki birinci senaryoyu cevaplamada kullandığımız kısımdır. Bu kısım, gündelik diğer kararlarımızda olduğu gibi, neyi yaparsam daha çok fayda sağlarım diye karar aldığımız kısımdır. Bu nedenle, bu kısım, vagon örneğinin birinci senaryosu için fazlaca tereddütte kalmadan alınan kararın merkezidir. Ancak, tren ikileminin ikinci senaryosu için alınacak karar o kadar da kolay görülmemektedir.
Köprünün üzerindeki tanımadığımız adamı mı, yoksa raylar üzerindeki beş kişiyi mi tercih edeceğimiz konusu önümüze geldiğinde, artık, beynimizin singulat korteks denen yerin ön kısmı devreye girmektedir. Bu kısım, gündelik hayatımızda aldığımız faydacı kararları denetleyen ve gerektiğinde bloke eden yerdir. Diğer bir ifadeyle burasını vicdan, ahlak, edep gibi zihinsel mekanizmalarla bizi yönlendiren bölgesi olarak da adlandırabiliriz. Bu nedenle, adamı köprüden atma senaryosu gündeme geldiğinde; cinayet işleme duygusu, cezalandırılma korkusu, kendimizi katil gibi hissetme ve benzeri duygular ön plana çıkar.
İki senaryo karşısındaki davranışlarımıza bakarak, bir insana zarar vermek gündeme geldiğinde, o kişiye dokunmadığımızda, o kişiden ne kadar uzakta olduğumuzla, o kişiye zarar verirken kullandığımız mekanizma ne kadar dolaylı ise, bu iş o kadar daha kolay olmaktadır. Onun içindir ki, birini öldürmek için kalbine bıçak saplamak, bir düğmeye basarak (uçaktan bomba atmak vb.) aynı işi yapmaktan daha zordur. Nihayetinde, acımasız bir davranış ne kadar soyutsa, o kadar kolay görünür.
Bu ve buna benzer zihinsel faaliyetlerimizin, hangi düşüncelerimizin beynimizin nerelerini etkilediğini, bu etkilerin nasıl bilindiğine de cevap vermek gerekir. Fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) denen cihaz, düşünsel faaliyetlerimizin, beynimizin hangi merkez veya merkezilerinde oluştuğunu tespit etmede kullanılmaktadır.
Eğer istersek, birinci senaryoyu da kendi açımızdan, bazı çeşitlemeler katarak zorlaştırabilir veya aksine kolaylaştırabiliriz. Birinci senaryoda, ray üzerinde çalışan tek kişi; bizim arkadaşımız, yakınımız, oğlumuz, kızımız ise ne yapardık? Veya, tek başına çalışan kişi, bizim nefret ettiğimiz bir kişi ise, bu iş daha mı kolay olurdu?
Peki, kaza veya hastalık nedeni ile singulat korteksi (ahlaksal değerleri değerlendiren kısım) hasar görmüş hastalar, her iki senaryo karşısında nasıl davranırlardı?
Bu hastalar da, senaryonun birinci kısmı için, normal kişilerden farklı bir düşünüş sergilememişlerdir. Çünkü, bu hastaların karar verme mekanizmaları yani dorsolateral kısımlarında bir sıkıntı söz konusu değildir? Ancak, ikinci senaryo sorulduğunda yine, faydacı bir tutum göstermekte yani adamı köprüden atmaktadırlar. Çünkü, denildiği üzere, insandaki ahlak veya vicdan ile ilişkilendirilecek kısım devre dışıdır. Ve bu nedenle de, kararın yükü yine, dorsolateral kısma düşmüştür. Diğer bir ifade ile, bu kişiler, zeka gerektiren bir problemi kolaylıkla çözebilirken, etik sonuçlar doğuracak kararlar konusunda ahlak duygusundan yoksundurlar. (Burada, ahlak duygusundan yoksun olmayı, ahlaksız olmak anlamında kullanmadığımı belirtmek isterim)
Peki, nasıl oluyor da bunca farklı kategorilerdeki kişilere sorulduğu halde aynı cevap alınıyor olabilir?
Vicdanı, dolayısıyla ahlakı ilgilendiren bu tür kararların kökeninin salt kültürel bir birikim olduğunu söyleyebilir miyiz? Yani sadece öğrenerek kazandığımız unsurlar mıdır? Yoksa, doğuştan gelen zihinsel bir formun, sonradan, içinde bulunduğumuz kültürle işlenmesi sonucu oluşan bir davranış mıdır? Bir başka deyişle, kişiliğimizin de içinde oluştuğu bir davranış şekli olup içinde yaşadığımız kültüre uyum sağlamamız konusunda bizi bu uyum doğrultusunda yönlendiren bir mekanizma mıdır? Hatta bir adım daha giderek, bu tür bir uyum, topluluğun (türün) bir arada bulunmasında ve tabii ki bu vesileyle de çoğalarak devamını sağlamada önemli bir etken midir?
Şu halde, bu tren ikileminin (trolley dilemma) sorulduğu kişilerin belli bir kategoride toplanmaması (farklı kategorilerdeki insanların aynı cevabı vermesi) ve de ülkelerden bağımsız olarak verilen cevaplar bizi, temeli doğuştan gelen, sonradan şu veya bu şekilde içinde bulunulan kültür tarafından işlenen, beyne ait bir mekanizmaya götürmektedir. Diyebiliriz ki, ahlakın oluşmasındaki temel mekanizmayı, sadece ve sadece din, hukuk, gelenek ve görenek gibi doğduktan sonra öğrenilen kurallar silsilesi olarak göstermek, öne sürmek doğru olmayacaktır. Diğer bir ifade ile, sağduyulu ve vicdan denen bir kavrama sahip olmak; din, inançlı olmak veya hukuk sistemi vb. kuralların mutlak varlığı ile değil, o bireyin, doğuştan gelen bir zihinsel sisteminin, ebeveynleri veya toplum tarafından hangi duygu donanımları, ilişkiler ve güvenlik unsuru ile yetiştirilmesine bağlı olabileceği ile açıklanabilir.
Erol Güldürsün
Kaynaklar:
Ben Kimim, Richard Precht, Pegasus Yayınları, Sh. 175
Bilim Teknik, Ocak 2012, Sayı 530, Sh. 32
http://www.wjh.harvard.edu/~jgreene/