Yeme biçimlerine dair ezberlerimizi yeniden düşünmek iyidir…
Sloven filozof Slavoj Zizek, modern çağın Sokrates’i olarak görülür. Temelde, “Zizek kimdir” sorusuna verilebilecek birçok yanıt vardır: Filozof, psikanalist, yazar, profesör ve kültür eleştirmeni. Onu bir kalıba oturtmak zordur. Her an her yerdedir, her konuda söyleyecek onlarca şeyi vardır. İnançlarımızı, fikirlerimizi sorgulatmayı sever mi sevmez mi, bilinmez. Ama söylenemeyeni söylüyor olması bir yerlere dokunur. Zaten dediklerinin ne kadarını anladığımız ayrı bir muammadır.
Aslında Zizek’in birebir yemek temalı, söylemleri-çalışmaları bulunmasa da, yemeğin kültürel dönüşümüne dair vurguladığı ilginç noktalar var.
Mesele sadece üzerine düşünebilmektir. Mutlak doğrular yaratmaya ya da reddetmeye gerek yoktur. Can Semericoğlu’nun da söylediği gibi Zizek’in fikirlerine “yamuk bakmak” yeterlidir. Yeme biçimlerine dair ezberlerimizi yeniden düşünmek iyidir çünkü.
Zizek, hayatımızı zevkli ve anlamlı kılmak için tükettiğimizi söyler. Yemek bir semboldür. Yaşam tarzını temsil eder. Ne yediğimiz ya da ne yemediğimiz basit ve tesadüfi seçimlerle ilgili değildir. Kültürel kapitalizmin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Sistem bize neyi satın almamız gerektiğini dayatır. İdeal olanı tüketerek, ideal yaşam biçimlerine ulaşmaya çalışırız. Markette ya da restoranda satın aldığımız şey aslında yemek değil, onun simgelediği yaşam tarzıdır. Basit gibi görünen seçimlerimizin özünde bir kimlik yaratma çabası vardır.
Bugünlerde yediğimiz şeylerin “sağlıklı” olması çok önemli. Peki, sağlıklıyı belirleyen ne? Sistem kendi içinde sağlıklı ve sağlıksızı sürekli tekrar tekrar üretiyor. Bizim için neyin sağlıklı neyin sağlıksız olduğu birileri tarafından belirleniyor, diğer taraftan bu ayrımı kendi kendimize yaptığımıza inandırılıyoruz. Yemekten zevk almamız onun ne kadar “sağlıklı” olduğuna bağlı. Kafeinsiz kahve, şekersiz kek ya da yağsız çikolata var artık hayatlarımızda. Tüm bu tercihler bir yaşam biçimine dahil olmamızı ve bir sınıfa katılmamızı sağlıyor.
Bu noktada Zizek’in iki önemli örneği mevcut: Organik elma ve Starbucks kahvesi… Zizek’e göre, sahte bilgiler aracılığıyla yapıyoruz beslenme seçimlerimizi. Burası da bir şeylerden kaçınmamızı sağlıyor ve büyük resmi unutturuyor bize. Çevre için bir şey yapıyor olmak bize kendimizi iyi hissettiriyor. Sisteme boyun eğmediğimizi düşünüyoruz, organik beslenerek adeta günah çıkartıyoruz. Ama aslında ne pazarlanıyorsa, oraya yöneliyoruz. Yaratılan yapay sınıflara dahil oluyoruz. Bu noktada tecrübelerimizin metalaştırılması söz konusu.
Organik elma ya da diğer organik gıdalar sağlıklı yaşamı temsil ediyor. Elmanın organik olup olmadığını aslında sadece bir etiket belirliyor. Yarı çürük ve pahalı elmanın gerçekten daha sağlıklı olup olmadığına ne kadar emin olabiliriz ki? Biz tam da etiket üzerinden yaratılan anlamdan eminiz, zaten önemsediğimiz de bu nokta. Çünkü ideal elmayı satın alıp, ideal hayatı yaşayabilmek istiyoruz.
Starbucks’dan sıradan bir kahve satın almıyoruz. Zizek’e göre etik kahveye ulaşıyoruz, dünyayı umursamalarını önemsiyoruz. Kahve için verdiğimiz paranın bir kısmının açlıkla mücadele eden çocuklara ya da doğayı korumaya gittiğini biliyoruz. Bu durum kahveyi içerek yaşadığımız tatmin duygusunu artırabiliyor. İyi niyetimizin, bilinçli seçimlerimizin ya da ahlak anlayışımızın gücüyle, sosyal-ekonomik problemlerin çözümünde bir rol oynadığımıza inanıyoruz ve içimizi rahatlatıyoruz.
Zizek, gördüğümüz hiçbir şeyin aslında göründüğü gibi olmadığını söylüyor. Farklı ve bilinçli olmak adına yaptığımız seçimler aslında pek de bir şeyi değiştirmiyor. Tüketim seçimlerimiz üzerinden yaşamımıza anlam katmaya, kendimizi gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Yediklerimiz ve yemediklerimiz aracılığıyla, yaşam biçimleri ve kimlikler yaratıyoruz. Sonra buraları tüketip, her şeyi yeniden kuruyor, özünde ne aradığımızı bize neyin iyi geleceğini unutup, aynı seçenekler etrafında dönüp duruyoruz.
Tüm bunları da her seferinde hayatımızı daha zevkli ve anlamlı hale getirmek için yapıyoruz.