Yüzleşmeliyiz türümüzle. Kendimizi dev aynanın karşısında olduğumuzdan daha büyük görmek istediğimizden bu yana böyleyiz!
Geçenlerde hep beraber izledik insanlığımızın Suriye’de ne halde olduğunu. Öldürülen bir Suriye askerinin telefonundan annesi aranarak ölümü haber edildi. Devlet, ordu, ideoloji, makam vs. artık, tanımsızlaşan insanlığımızın hangi hâlet-i ruhiyesi icra etmişse orada, bir annenin yüreğinde kendimizi, insanlığımızı yeniden test etmemiz gerekiyor sanırım. Katiller çocuğunun cesedi başında annesine ölümü müjdelerken, annenin feryat figanına onların ‘allah-u akbar!’ naraları eşlik ediyordu.
Ölen öldürülen açısından haklı olmak ya da olmamak (ki temel suçumuz bu) arayışına girmeden, histerik ruhlu bu savaş askerlerinin, kendi yaptıklarının farkında olup olmadıklarını ele almamız gerekiyor. Sanırım tüm insanlığın temel ödevi zamanımızda bu olmalıdır.
Her savaşta görebileceğimiz büyük bir trajedidir ölüm. Bir anneye evladının ölümünü bizzat katilin kendisinin haber etmesi ise, alelade bir savaş davranışı değildir. Muzaffer olmuş savaş kahramanları sadece bir askeri öldürmediler orada. Yaptıkları ile işledikleri suçtan daha korkunç olan bir şeyi hatırlamamızı sağladılar. Türümüzün, insancıllığımız ışığında dayandığı eşiği gösterdiler. Bir örnek ile bize yansımış bu büyük günahımızdan kurtulmak için, sadece barışmamızın bize yetmeyeceğini bilmemiz gerekiyor. Zira Suriye ya da yuvarlak küremizin herhangi bir yerinde, çoğumuzun bildiği aktüel olarak vekâlet savaşları yürütülmüyor sadece. Üstün türümüzün sebebiyet verdiği yıkımın boyutlarını izah etmek için, savaş- ölüm neden sonuçsallığının çok ötesinde sorgulamamız gerekenler var.
Acımasız ve vahşi ordular tarihin her safhasında var olmuştur. Savaşları besleyen haller nereden beslenirse beslensin, yol açtığı sorunlar yüzyılımızda olduğu kadar hiç bir zaman büyümedi. Tarihin en barbar ordusu kabul edilen Moğollar bile, yakıp yıktıkları yerlerde teslimiyeti yaşama sebebi kabul etmişlerdir. Çanakkale savaşında yüzbinlerce ölüm çok kısa bir zaman ve mekâna sığdırıldı. Ama taraflar savaş meydanında kalan karşılıklı ölüleri toparlamak için birbirlerine müsaade ettiler. İnsanlığımızın en küresel ve korkunç çarpışması 2. Dünya savaşında da bu olgunluk gösterildi. Üstelik Savaşın bir tarafında Hitler ve Musollini gibi despotlar olmamasına rağmen.
Peki, günümüzde Suriye – Irak veya çeşitli coğrafyalarda yaşananları nasıl ele almalı, nasıl sorgulamalıyız? Kutsadığımız türümüzün halde içinde bulunduğu durum nasıl oluştu? Kaosumuzun, insanlığımıza galip gelen büyük kızgınlığının neydi sebebi? Yaşamak için üretmek, üretmek için bilmek gerektiğine vakıf olan insanlığımız; barışmak için illaki savaşmak gerekmediğini neden öğrenemedi.
Eğer tüm bu yıkımları savaş-barış tezatında ele alırsak ciddi bir yanılsamayı yaşarız. Tarihsel olarak defalarca tecrübe ettiğimiz bu tezatın sonuçlarına zaten acı bir aşinalığımız var. O halde meseleyi bu zeminden sorgulamak yerine, insan davranışlarının neden bu hale geldiği gerçeği ile yüzleşmek durumundayız. Çünkü günümüz aydınlanmış insanlarının (sorun) teşhisi koyduğu insanlığımız, çağımızda dâhil tüm zamanlar ötesi bir (en) kötüye gidişi yaşıyor. Toplumlarımızın içinde bulunduğu hal ve birbirleriyle iktidar referanslarına ayarlı ilişkileri korkmamız gerektiğine işaret ediyor.
Sorunlu- çatışmalı kabul ettiğimiz yerellerden başlayarak, küremizin her tarafına sirayet etmesi muhtemel olan bir gidişat var. Hiç bir Kıta kibrinin, iktidar egosu en kuvvetli olanın bile baş edemeyeceği bir bela! Üstelik artık savaşlardan kötülüklerden saklanabileceğimiz coğrafyalarda huzur vermiyor. Zira savaş barınabildiğimiz ülke ve kıtalara da, büyük kızgınlığımızın bedelini ödetmeye başladı. Rönesansımızın ‘merkezi’ Paris’te arka arkaya yaşanan saldırılar en güncel örnek mesela. Şimdiki modern çağımızın yapısal karekteristiğini belirlemiş Paris’in sokağa çıkma yasakları var artık.
Kapitalizmin kendi evinde yaşadığı bu acı hepimizin acısı olmak zorunda. Fakat kıta kapitalizminin olası acıları bertaraf etmek için kullanacağı yöntemlerinde insanlığa huzuru getirmeyeceğini bilmek zorundayız.
Tüm devlet biçimlerinin ve ona biat eden toplumların bilmesi gereken yegâne şey, aşırı siyasallaşmanın sebep olduğu güç zehirlenmesini yaşıyoruz. Kısasa kısas yöntemlerini kullanıp güvenlik hassasiyetlerinin arkasına sığınırsak, kolay kolay bu acıları ocağımızda bulmaktan kurtulamayacağız.
Temel sorunumuz insanlığımızın bozulmuş olduğu gerçeğidir. Davranış, hissediş, düşünüş biçimlerine müdahale edip canavarlaştıdığımız insancıllığımızdır. Sebebi medeniyetimiz olan disiplinsiz toplumlar artık tehlikeli çocuklar yetiştirmeye başladı. Bozduğumuz insan ve onun maneviyatı, temel değerleri olan sevgi ve hoşgörüyü yitirdi. Bizler barış içerisinde kendimizi yaşadığımız ama ötekilere yasak koyduğumuz kıtalarımızda hep huzurla var olacağız sandık. Daha fazla zenginlik daha kaliteli yaşamak gibi kapitalizmin temel vaatlerinin, ötekilerin fukaralığı ve ölümü üzerine bina edildiğini hiç düşünmek istemedik. Hiç bir savaş başka bir savaşı meşru yapmaz. Fakat zamanında ötekilere neler yaptığımızı hatırlamakta elzemdir.
Bugün din perdesi arkasına gizlenmiş bu savaşın sebebinin tanrı ve peygamberlerimiz ile bir ilişkisi olmadığını öğrenmek mecburiyetindeyiz. Yaşananların İslam- Hristiyanlık savaşı olmadığını idrak etmeliyiz. Düpedüz bir sosyal savaş ve patlama yaşıyor insanlığımız. Dinler ve inançlarımız korkunç hesaplaşmamızın kılıfı yapılıyor.
Bu hesaplaşmanın evveliyatını irdelemek, suçlarımızı kabul etmek gerekiyor. Uygarlığımızın uygulanagelmiş hali suçlarımıza karşı bizleri kör etmekten başka bir işe yaramadı. Kibrimizin kör gösterdiği perdeyi kaldırabilseydik eğer, öteki dünyanın çocuklarını nasıl sinirlendirdiğimizi görebilirdik. Onları nasıl aşağıladığımızı, bakarken ne kadar küçük görmek istediğimizi anlayabilirdik. Bizim için potansiyel tehlike taşıyan her ötekiyi savaşla kolaylıkla yenebileceğimizi sandık. Refah toplumları addettiğimiz kıtalarımızda güvende olabileceğimizi belledik. Makina gibi işleyen, mekanik ilişkilere sahip toplumlar yetiştirdik. Toplumlarımızı öteki dünyaya karşı yetebileceğiz hezeyanına inandırdık. Kabul edelim. İnsancıllığımızın doğurduğu medeniyet bizlere daha fazla ölüm, egomuzu tatmin eden zehirli bir zaferden başka bir şey kazandırmadı.
Yüzleşmeliyiz türümüzle. Kendimizi dev aynanın karşısında olduğumuzdan daha büyük görmek istediğimizden bu yana böyleyiz! Öteki dünyanın çocuklarına Fransız Rönesans’ının silah sanayisinden başka ne ihraç ettik. Jan Jack’ı, Didero’yu, Voltar’ı tanımayan bu kara bayraklılar nasıl birer zebaniye dönüştüler. İşledikleri büyük suçun günahını kimin teknolojisi ile icra ettiler.
Paris’te, sosyal! devletlerimizin zirve kentinde, yaşadığımız büyük günahın vebali kimin boynunda? Aslında suç kim de? Bu temel soru ve sorunlarımıza doğru yöntemler ile cevap vermek için umarım çok beklemek zorunda kalmayız. Muhtaç olduğumuz şey daha fazla savaş zaferi değil. Din ve etnisite gözetmeksizin vicdanlarımızın nelere muktedir olabildiğini tekrardan hatırlamak zorundayız. Devletler sınır çizebilir, patronlar sınıf oluşturabilir, âlimler inancımıza tekel koyabilir. Farkındalığı sürekli diri tutarak hiçbir sınır ve sınıfı kabul etmeyeceğimiz yegâne gerçek, insan olduğumuz gerçeğidir. Yoksa: Acaba kaç barış daha yaparsak Suriyeli annenin yüreğinde insanlığımızı temize çekebiliriz.. Kaç can daha kurtarırsak türümüzün alınçatına damgalanmış bu günahın vebalini taşımaktan azad oluruz.
Kenan Büyüktaş
Dünyalılar