Kültür-Sanat

Tarkovski: “Bir Sinema Dahisi”

“Sinema, genellikle anlaşılması zor, yüksek bir yaratıcılık gerilimi içeren bir özgün sanat biçimidir. Bu, ben anlaşılmak istemiyorum demek değil, ama Spielberg gibi, örneğin genel kitle için bir film yapamam. Eğer yapabileceğimi keşfetseydim acı duyardım.

Eğer genel bir izleyici kitlesine ulaşmak istiyorsanız, Star Wars ve Superman gibi, sanatla hiç ilgisi olmayan filmler yapmalısınız. Bununla halkın aptal olduğunu söylemek istemiyorum, ama onları memnun etmek için de kesinlikle böyle bir ıstıraba katlanamam.

Sinema, insanlığa hiçbir şey öğretemez, çünkü insanlık, hiçbir şey öğrenemeyeceğini, son dört bin yılda yeteri kadar ispatlamıştır…”

 Sinemayı dönüştüren yönetmenler arasında, akla ilk gelen isimlerden birisidir Andrey Tarkovski. Filmleri üzerine kendi ruhunun karbon kopyasını çizip, sinema perdesine sunduğu kurmaca hayatlar kadar, en fantastik eserinde bile bağını koparmadığı derin gerçeklik üzerinde de kalem oynatmayı tercih etmiştir. Hayal ile gerçek; beden ile ruh arasındaki silik çizginin belirsizliğini net bir şekilde algılamış ve tüm eserlerinde hüküm süren şiirsel anlatım diliyle yansıtmaya çabalamıştır. İnsanın varoluş amacını temellerine kadar kazacak şekilde sorgulamış, üstüne üstlük neredeyse tüm filmlerinde başrolü, bıkmadan ve bıktırmadan, tanrıya teslim etmiştir. Tam aksini hissettirse de, üzerinde yaşadığımız dünyayı belki de en arınmış biçimde gözlemlemiş ve izlenimlerini yine en sade şekilde eserlerine aktarmıştır Tarkovski.

Hayat görüşünü, kişisel tecrübelerini, kabuslarını ve düşlerini çok geniş bir perspektiften her algıya farklı biçimlerde hitap eder şekilde filmle alan Tarkovski, kağıt üzerinde birbirlerinden büsbütün farklı; ancak sorgu yöntemleri ve sinematografik ilerleyişleri nedeniyle biçem olarak neredeyse aynı eserlerin ‘filozof’ yönetmeni. Zaten Tarkovski’nin sinema tarihinde yeni bir çağın başlangıç olarak nitelendirilmesinin başlıca sebebi de bu.

Arı sembolizmi kendi ismiyle gelen bir seyirci beklentisine çeviren Tarkovski’yi bütünlemek için, teker teker filmlerinin üstünden gitmekte fayda var.

Ivan’ın Çocukluğu – Ivanovo detstvo (1962)

Tarkovski’nin diğer eserlerinin aksine hikaye odaklı ilerleyen eser, savaş psikolojisinin bir çocukla bağıntılı portresini gerçekçi bir biçimde ele alıyor.

Tüm bu savaş acımasızlığının orta yerinde kalmış bir çocuğun hayalleriyle ve gerçekleriyle tanıştırılıyoruz Tarkovski tarafından. Bir yanda Ivan’ın, ‘bir yaşam güzellemesi’ olan hayalleri, doğanın her saniye aldığı taze nefes ve tertemiz, masum bir dünya, öteki tarafta ise doğanın kalbindeki acımasız savaş, ölümün kol gezdiği sokaklarda her saniye biraz daha yok olan masumiyet ve artan acı…

Tarkovski’nin Ivanovo detstvo ile, karton kahramanlar yaratan ve ‘sözde’ savaşı kötüleyen Hollywood yapımlarına da bir balta indirdiğini söylemek mümkün. Filmin savaş konusundaki dürüstlüğü, Tarkovski’nin “savaşın kazananı olmaz” sözlerine son derece paralel bir şekilde yansıyor.

Siyah-beyaz çekilen bu filmin Sovyet sinemasının en önemli işleri arasında anılmasının başlıca sebebi de, evrensel niteliklerinin günden güne daha büyük bir değer kazanması.

30’larında çektiği Ivanovo detsvo ile Venedik’te Altın Aslan’ı kucaklayan Tarkovski, kazandığı ünle yönetmen sinemasına daha net bir biçimde yönelebileceği bir ortam yarattı kendine. Savaşın zihinsel ve ruhsal boyutunu işleyen ve psikolojik buhranı en açık şekilde su yüzüne çıkaran film, Tarkovski’nin sonraki dönemde kotaracağı işlerinde insan derinliği üzerine kafa yoracağının da net bir göstergesi.

Andrei Rublev – Andrey Rublyov (1966)

Tarkovski’nin derinlikli biyografik filmi Andrey Rublyov, aynı zamanda yönetmenin en çok tartışılan filmlerinden biri. Başı sansürden ve yasaklardan kurtulmayan bu film, aynı zamanda Tarkovski’nin tamamen içe dönük ve bütünüyle ruhtan güç alan filmler silsilesinin başlangıcıdır.

Bu ucu açık biyografik filmi özel yapan yalnızca görsel deha değil. Hakkında çok az şey bilinen bir tarihsel karakteri ele alıp bu denli derinlikli bir biyografik film çekmek, elbette ki gerçekliğin üzerine katılan saf bir kurmaca başarısının da sinyallerini veriyor. Zaten Tarkovski de, film üzerine verdiği röportajlarda birçok sahnenin uydurma olduğunu, kaynaklarda biyografisini çektikleri ressam hakkında net bir bilgi olmamasının onlara büyük bir yaratıcılık imkanı verdiğini açık açık dile getiriyor, bu ‘kişisel’ Rublyov yorumum diyor.

Filmin, sadece komünist yönetim tarafından sakıncalı bulunması ve başına büyük dertler açılmasından bile ne kadar gerçekçi bir ortaçağ portresi çizdiğini çıkarmak mümkün. Bir 15. yüzyıl keşişinin üzerinden ortaçağ Rusya’sını, Hıristiyanlık baskısını epizodik bir anlatımla derinlemesine anlatan film, Tarkovski’nin dahiyane imgelerini, kendine özgü hikaye anlatma biçemini ilk elden tanımak açısından büyük bir önem arz ediyor.

Tarkovski’nin herkese farklı bir tatmin duygusu sağlayan bu başyapıtı, yönetmenin sanat algısını anlamak için de çok önemli ipuçları ihtiva ediyor. Rublyov’un yaratıcılık problemleri yaşadığı tıkanık döneminin üzerinden sanatsal kaygılara ve sanat algısına doğru sabırlı bir yolculuğa çıkan film üzerinden günümüz Rusya’sı hakkında okumalar dahi yapılabiliyor.

Cannes’dan önü kesilmeye çalışılmasına rağmen FIPRESCI ödülüyle dönen film, tüm zamanların ve tüm sanat dallarının en incelikli sanat eserlerinden biri.

Solaris – Solyaris (1972)

Uyarladığı Stanislaw Lem romanını yine kendince kişiselleştiren ve metne bambaşka bir kıyafet giydiren Tarkovski, seyircisini hayal ile gerçeğin ayırt edilemeyeceği, tanımsız bir bölgeye taşıyor bu kez. Gerçek ile hayali, arzular çerçevesinde karıştıran, onları önemsiz ve değersiz hale getiren, insan algısının dünyeviliğini yerden yere vuran, her diyaloguyla seyircisini gündelik hayatını sorgulamaya iten bir sinema tecrübesi Solyaris. Zaten bu nedenle dünya dışındaki bir yerde, uzayın derinliklerinde kaybettikleri fakat hala arzuladıkları varlıklara ulaşmalarını sağlayan dünya-dışı bir zeka ile hesaplaşmaya giden insanların hikayesini anlatıyor.

Tarkovski, Solyaris ile beraber genelgeçer bilimkurgu kalıplarını adeta tersyüz etmiştir. Zira ortada ‘türün adına ters bir şekilde’ bilimden çok metafiziğe dayanan bir film vardır.

Solyaris’te Tarkovski’nin doğa ile barışık sabırlı kamerası, olan biteni yorumlamak için boşluk arayan seyirciye fazlaca fırsat tanımaktadır. Tıpkı Andrey Rublyov’da da olduğu gibi karakterleri tüm kişilik detaylarıyla sunmayı seçen Tarkovski, bunun ötesindeki yorumları ise ivedilikle seyirciye bırakmaktadır. Tarkovski sinemasının başlıca özelliklerinden biri olan şiirsel anlatım ise, filmin en sezilebilir özelliklerinden birisidir.

Ayna – Zerkalo (1975)

Zerkalo, sinema perdesinin sınırlarını zorlayan, bir filmden çok bir anı olan ve herkese hitap eden özel bir film.

Genelde karakterlerine kendi hayatını katan Tarkovski, bu kez kendi hayatına karakterlerini katıyor diyebiliriz. Zira Zerkalo, Tarkovski geçmişi üzerine kurulmuş ve bir bilinç akışı biçiminde ilerleyen, kapalı bir film. İkinci dünya savaşı öncesi Rusya’sının kırsalında geçen ve Tarkovski aile geçmişinin “aynası” niteliğinde kabul edilen film, kişisel sinemanın doruk noktalarından biri.

Tarkovski’nin tüm filmlerinden alışık olduğumuz şiirsel anlatım, bu kez gerçekten de şiirlerle süsleniyor. Kendi geçmişlerine yönelik Zerkalo filmindeki şiirleri de bizzat Tarkovski’nin babası dillendiriyor. Filmde “anlam”ı ulaşılır hale getirecek, seyir takibini kolaylaştıracak bir kurgusal düzen mevcut değil. Zaten bu özel başyapıtın ilk amacının da, işin kurgusal yönünü direkt olarak bambaşka bir şeye dönüştürmek olduğu söylenebilir. Ortada hayal, gerçek, anı, yaşantı düzlemlerinde ilerleyen ve izleyicinin kafasına da bu olgularla nüfuz eden, muğlak bir eser var.

Stalker (1979)

Tarkovski’nin yasak bölgesi, kıyameti, öfkesi, eleştirisi, haykırışı… Stalker, Tarkovski’nin sahip olduğu, kafasında tuttuğu birçok şeyin çarpıcı bir yansıması… Bütün bunların nihayetinde de, etkisi ömür boyu sürecek olan, dört başı mamur başyapıtı ve kariyerinin birçok otoriteye göre en mühim filmi.

Tarkovski’nin tanrıyı betimleme çabasının en belirgin tezahürü olan Stalker, diğer yandan da materyalist dünyaya getirilmiş çok sert bir pozitivizm eleştirisidir. Dünya dışı etkenlerle insanlığın orta yerine düşen bir göktaşı; ancak adına Stalker denilen insanların girebildiği ölümcül bir alan oluşturmuştur. İşte bu, Tarkovski’nin kutsallığı insanın orta yerinde tohumlandırması, korku ile umutları küçücük bir bölgede kavga etmelerini bekler bir şekilde baş başa bırakması ve izleyen herkesi de işin içine dahil etmesidir. Stalker, aynı anda ölüme ve yaşama doğru yol alanların portresini çizen, eşi benzeri olmayan bir yol filmidir.

Tarkovski, her şeyin mantıkla açıklanmaya çalıştığı ve tatminsizlik hülyasının hüküm sürdüğü şu dünyada, bir yazar, bir bilim adamı bir de dünyeviliğe dair hiçbir umudu kalmayan Stalker’ı atar önümüze. Aslında bu Stalker’ı bizzat yönetmenle özdeşleştirmek, Tarkovski’nin alter-egosu olarak takdim etmek mümkündür. Zira Stalker, Tarkovski’nin dünyaya dair düşüncelerini ikincil ağızdan dile getiren, umutları ve umutsuzlukları olan çok boyutlu bir karakterdir. Birbirinden farklı dünya görüşlerine sahip üç kişinin çıktıkları bu gerilim dolu yolculuk, müthiş bir görsellikle tasvir edilir ve film, seyirciye büyülenmek dışında hiçbir seçenek bırakmaz.

Nostalji – Nostalghia (1983)

Bir ressam olan Andrey Rubylov’un ardından, bu kez bir şair olan Andrei Gorchakov var Rus şair, kendini ölesiye yabancı hissedeceği İtalya’da, son derece içsel bir serüvene atılıyor ve Tarkovski’nin o tarihlerde sürgünde yaşadıklarını perdeye yansıtıyor.

Nostalghia için Tarkovski’nin anlatımda en netleştiği filmlerinden biri olduğu söylenebilir. Replikler, ondan beklenmediği ölçüde açık, hatta didaktiktir. Piazza del Campidoglio’da tirad atılmasına kadar giden bu netlik, belki de Tarkovski’nin memleketine, ailesine karşı duyduğu hasretin beraberinde getirdiği, dolambaçsız ve dürüst bir öfkedir.

Nostalghia, en temelde özgürlüğe duyulan bir aşkı dile getirmektedir. Otobiyografik izler ile bu aşk daha derin ve görünür hale gelmiş, netleşmiştir. Tarkovski kendi ruh haline ulaşabilmesi için başrol oyuncusunu gerçekten bir süreliğine İtalya’da yalnız başına konaklatmış ve ondan gerçek bir yabancı yaratmıştır.

Tarkovski sinemasının en bilindik özelliklerinden olan müthiş görsellik, bu filmde doruk noktalarından birine ulaşmıştır. Uzun çekimler, karakterlerin tüm tavırlarını yakalama çabasındaki durgu kamera, derinlikli oyunculuk performansları gibi Tarkovski deyince ilk akla gelen sinemasal tercihler de filmin içerisinde anbean karşımıza çıkmaktadırlar.

Kurban – Offret (1986)

Offret, kayıtlara göre yalnızca 120 planla kotarılmış, 150 dakikalık bir film, ayrıca yönetmenin ölüm arifesinde, öleceğini bile bile çektiği, kariyerinin son başyapıtı.

Tarkovski’nin Offret’i tipik bir Tarkovski karakteri üzerinden yol alıyor aslen. Gazeteci, filozof ve aktör olan Alexander, Tarkovski’nin konuşturmaktan çok hoşlandığı, söyleyecekleri olan bir karakter. İnsana ait kavramlar üzerinden hayata, dünyevi değerlere yönelik söylemlerde bulunan Alexander, Tarkovski’nin dünyaya dair son düşüncelerini de dile getiriyor bir bakıma.

Varoluşsal problemler üzerinden ilerleyen fakat birçok sinemasevere göre işin öyküsel boyutunda çuvallayan film, Tarkovski’severleri ikiye bölen ilk Tarkovski eseridir. Görsel dünyayı yine ustalıklı bir biçimde yaratmayı başaran Tarkovski, kimilerine göre öyküyü ve karakterleri derinleştirmeyi unutmuş ve neredeyse hiçbir şey anlatmamıştır bu filminde. Halbuki satır aralarındaki ince modernite eleştirisi, müthiş bir açılış monologu ve geriye kalan tüm detaylar, bu filmi de özel yapmaya yetmektedir.

Kaan Karsan

Bu yazı “eksisinema.com/andrey-tarkovski-dosyasi/”adlı yazıdan kısaltılarak eklenmiştir.

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu