Hiç düşündünüz mü?
Tamamen tesadüfler sayesinde hayattayız. Babamızın milyonlarca sperminden yalnızca bir tanesi – bizim seçemediğimiz bir tanesi – annemizdeki yumurtaya kavuşuyor ve biz’i yaratmaya başlıyor.
O sırada olanlar oluyor ve yumurtadaki X kromozonunun yanına erkekten de X gelirse, kız bebek; Y gelirse de erkek bebek oluyoruz… ya da 1 tanecik kromozon fazlası dünyaya gelip gelmeyeceğimizin kararını etkiliyor. Kadın mı erkek mi olacağımız bile, hayatımızın dönüm noktası olan bir rastlantı değilse nedir?
Sonra kendi seçmediğimiz bir ananın rahminde ortalama 9 ay geçiriyoruz. Kimi erken terk ediyor bu sıcak, ıslak yuvayı; kimi gününü dolduruyor ama genellikle kendi seçemiyor doğacağı günü. Doğacak olanın adına, “anne” kadınla kadın doktoru oturup ikisine de müsait bir günü, bebeğin doğum günü ilan ediyorlar. Sonra… kendi seçemediğimiz bir ülkede, kendi seçemediğimiz bir ailenin kucağına doğuyoruz. Afrika çöllerinde yaşasak bambaşka bir hayatımız olacak, kuzey buz denizinde doğsak ayrı. Ne yediğimiz içtiğimiz aynı olacak ne de giydiğimiz. Birinin imkanları ötekinin imkansızlığı olacak.
Bir gün bir yerde tesadüfen başlayan hayatımız boyunca başımıza gelecekler de her zaman bizim elimizden gelen şeyler olmayacak. Seçme şansımız olmadan doğduğumuz ülkenin, doğduğumuz şehrinin, yaşadığımız mahallesinde hangi ilkokul varsa oraya gideceğimiz için, aynı sene aynı okula gidenler de (şans eseri) arkadaşlarımız oluyor. Düşünsenize; 1 sene öncesi ve 1 sene sonrası bambaşka arkadaşlar olacaktı hayatımızda. Bize tesadüf eden öğretmenin iyiliği veya kötülüğü eğitim hayatımız boyunca okulu ne kadar seveceğimize kadar etkisini gösterecek, biz farkında bile olmadan.
İleride hangi üniversitede bile okuyacağımız, aslında hangi puanı aldığımıza değil de aynı sene aynı okulu kaç kişinin isteyip istemediğine bağlı değil mi? Şansımız yaver giderse istediğimiz bir okulu kazanıp, okuyoruz ama bununla bitmiyor elbette.
Mezun olduktan sonra, en iyi öğrencilerin en iyi işlerde çalışacağını kim garanti edebiliyor ki?!
Gazetede çıkan iş ilanlarına başvuranlar arasında bizimkinin seçilmesi, o işi kimin daha çok istediğinden fazla, o işe bizden daha torpillilerin başvurup başvurmamasına bağlı değil midir?
Ailemizin zengin ya da fakir olmasını seçebiliyor muyuz? Kimi bebeğe milyoner rast geliyor kimine de gariban aile. Ailemizin kesesi büyük ihtimalle okuyacağımız okulları, ilerde yapacağımız işleri, alacağımız sorumlulukları ve hatta hangi ortamlarda bulunup kimlerle dost olacağımızı da etkilemiyor mu?
Ne okumuş ya da oku(ya)mamış olursak olalım; nerede çalıştık ya da çalış(a)madıysak da; bir gün bir yerde; okulda, işte, kursta, sporda, plajda, diskoda, konserde, barda rast geldiğimiz birine gönül verip evleniyor ya da evlen(e)miyoruz. Sonra aynı döngünün içinde biz başkalarının tesadüflerini hazırlıyoruz. Kadınsak; belki hamile kalmayı arzuluyor, anne olmaya ne kadar kararlı olursak olalım, bazen olamıyoruz işte. Bir kadın bunun uğruna yanıp tutuşurken, bu şansı yakalayan ama hamile kaldığı halde sigarayı, içkiyi, uyuşturucuyu bırak(a)mayan bir başka “anne adayı” kadın da kucağına doğacak bebeğin “şansı” ya da “şansızlığı” olmuyor mu?
Doğduğun yeri ve zamanı seçemediğin gibi, doğduğun devirde neler moda olacak onu da bilemiyor insan. Bir dönem bazı meslekler popüler oluyor, zamanında kurnaz davranan cebini dolduruyor. Bazıları demode kalmış işlerde ne kadar aşkla çalışmaya devam etse de kendi yağıyla kavrulup gidiyor. En trend işler, ne umutlarla kurulan şirketler, bir ekonomik krize denk gelip tarihe karışabiliyor.
Kanser geliyor öldürmüyor da, kafasına komşunun saksısı düşüyor, ömür boyu yatağa mahkum kalıyor; ne aklından geçenleri anlatabiliyor ne de bir daha yürüyebiliyor. Eskiden pat diye kalpten giderdi kapı gibi adamlar, şimdilerde randevu verdiğin bir parkta canlı bombayla gümbürtüye gidiyor canlar.
Aşk meşk işlerine de parmağını sokmaz mı kader, kısmet, tesadüfler… Hayat boyunca öyle anlar geliyor ki… Belki de seni sonsuza dek sevebilecek, kraliçeler gibi yaşatacak bir erkek/ başının tacı yapacak bir kadın bir gün bir yerde yanından geçip gidiyor, otobüste yanına oturuyor ama onu tanı(ya)mıyorsun bile. Bazen sana bakıp geçiyor, bazen konuşuyor ama unutuluyor, bazen derdini anlayamıyor, belki de o derdini anlatamıyor.
Zaman geliyor kağıda dökülen duygular telaffuz edilmeden yüreksizliğin eline geçip buruşturulup atılıyor. Okuması, bilmesi gerekene asla ulaşamıyor. Gün geliyor bir mektubun ulaşması, bir sorunun cevaplanması uzun yıllar sürüyor. Bunu açıklaması güç de olsa; belki de ulaşamadığı yıllar boyunca kaybolduğu alaca karanlık kuşağında, gelmesi için tam da olması gereken vakti kolluyor. Gün geliyor ve illa ki hiç ummadık bir tesadüf vesile oluyor.
Bir kadın için, kız çocuk annesi olmak kadar -sözünü ettiğimiz sebeplerden dolayı – erkek çocuk annesi olmak da bir tesadüf hatta ikiz ya da üçüz annesi olmak… Kız çocuk annesi olarak hayatın içine renkler, çiçekler, prensesler, Barbieler, fincan takımları, balerinler, bebekler dolarken; rast geldi de erkek çocuğunuz olunca toplar, arabalar, dinazorlar, Süper kahramanlar, kılıçlar, yarışlar gündeminizi dolduruyor.
Sonra güneş sistemindeki her bir gezegenin kendi yörüngesi gibi; çocuklarımızın kendi hayat döngüleri bizim döngülerimizin içinde dönmeye başlıyor. İç içe geçmiş hayatlar yaşanıyor. Bazen birbirinin içine giren bazen yörüngesinden sapıp giden…
Zaman zaman teğet geçtiklerimiz mi bizi üzen, yoksa böyle olması mı gerektiren?
Bir tek şunu anladım ki
hayatımız boyunca başımıza gelen tesadüfler bizi bu hale getiren…
Papatya Papadopoulos (http://www.greekturkish.com/turkish/)
Dünyalılar (www.dunyalilar.org)