İnsanların cinsiyeti anne karnında oluşmaya başlar. Doğumdan sonra toplum içindeki dayatmalarla insanlar toplumsal cinsiyetlerini kazanırlar. Toplumsal cinsiyet , insani ilişkileri sonucunda oluşan normlar, töreler, gelenekler, kurallar aracılığıyla kadın ve erkeğe ayrı roller biçilmesidir. Bu da beraberinde kaçınılmaz olarak kadın ve erkek arasında oluşan sosyal-kültürel eşitsizlikleri doğurur. Cinsiyetleri bakımından bir bütün oluşturan insanların hepsi cinsiyete ait bir topluluk oluşturur. Kadınlar ve erkekler topluluğu , toplumun sağ ve sol kolu gibidirler. Ama halk arasında sağ kol tabirinin hangi cinsiyete mal edildiği tartışma konusudur. Ülkemizde birçok yönetmen tarafından çekilen filmler toplumda kadının yerini dert edinmiştir.
Sinemamızın karelerindeki bu imajlar, hikayeler toplumsal gerçeğin ipuçlarını taşır. Özellikle Yeşilçam sinemasında kadınların başrolü değil, adamın yanındaki kadını oynamaları, bir dönem sinemamızda kadınların sadece filmin konusu olduğunu gösterir. Kadınların namussuzluğu, şehveti ve ahlak dışı davranışlarını ortaya çıkarmak erkeklerin görevidir. Görevin devamında ise kadına namusu öğreten, şiddet uygulayarak cezalandıran yine erkektir. Yeşilçam’da kadına yönelik şiddet içeren sahneler oldukça yaygındır ve bu sahneler seyirciye bu kadın bunu hak etti şeklinde yansıtılır. Kamera açısının seyirciyi mahsur bıraktığı herhangi bir kadına şiddet sahnesinde, erkek ve kadınların, kendi cinsiyet rolleri hakkındaki algılarını birbirlerine karşı gerçekleştirdikleri eylemlerin türü ile belirlediklerine şahit oluruz. Yeşilçam sinemasının ticarette yenilmesiyle 1975- 1981 yılları arasında bir seks furyası piyasası sarmıştır. Kısa bir sure olmasına karşın bu filmlerde oynayan kadınlar toplum tarafından hiç affedilmemiş, seyirciler tarafından tüketilip bir kenarda unutulmaya layık görülmüştür. Oysaki erkekler için affedilecek bir fenalık dahi yoktur.
1980’lerde ülkemizin ekonomide liberalleşmesi, dışa açılması ve küreselleşmesi ile toplum yapısında ciddi dönüşümler ve değişimler meydana gelmiştir. Bu durum kadınlar üzerinde de etkisini göstermiştir. Hukuksal ve ekonomik yönden kadına tanınmış olan her türlü sosyal hak kullanılmaya başlanmıştır. Böylelikle kadın rolleri, erkek rolleri ile eşit konumda yer alıyor gibi gözükse de yine aynı sonuçları doğurmaya başlamıştır. Kadın avukat, doktor, bankacı olsa bile eve döndüğünde anne, evin kızı, abla vb. olmaya devam etmiştir. Toplumun, toplumsal dinamikler açısından kadına karşı bakışını irdelemeye üşenilmediği bu yıllarda, kadınlar beyaz perdeye özgür kadın olarak yansıtılmıştır. Bir yandan birey olma çabasındayken, bir yandan kadınsal duyguların karmaşıklıklarını yaşayan kadınların içsel çatışmaları temsil edilmeye çalışılmıştır. Kadın, aynı zamanda cinsellik, duygu ve sevgi gibi temel ihtiyaçları olan bir birey değil midir? Acaba kadın çoğu kez kendi yalnızlığında bu duygularını tanımaya çalışırken hem kendisiyle hem de toplumla ne gibi çatışmalar, çıkmazlar, çelişkiler yaşıyor?
1987 yılında Şerif Gören tarafından çekilen On Kadın filmi, birbirinden bağımsız dokuz kadının hikayelerinden oluşmaktadır. Kısa film tadında bir uzun metraj filmi farklı sosyal kesimlerdeki kadınların (gazeteci, gelin, anne, kuma, köylü kadını, katil, hayat kadını, feminist, çingene) yaşantılarına değinmiştir. Gazeteci olan bir kadının cinsiyetinden dolayı iş yerinden devamlı uyarı alması hikayelerden birisidir. O bir kadındır ve elinin hamuruyla ciddi haberlere buluşması uygun düşmez . Gelin olmuş bir kadına gelince, erkeğin evinde her şeye boyun eğmeli, cinsel talepleri geri çevirmemelidir. Bir de üstüne kuma gelmişse , bilmeli ki erkeği her iki kadına da yeter, zaten çevresindekilere “iki kadına bile bakamadın” da dedirtmez. Dahası kadın kocasının yaptığı namussuzluk yüzünden katil olmaz, çünkü erkek namussuzluk yapmaz, yaptığı erkeğin hakkıdır. Hayat kadını olmak dersiniz, herkesin sahip olabileceği, para verip susturulan, iş gören ve başa bela olup sızlanmayan kadın olmaktır.
Filmde dokuz kadının öyküsü anlatılmıştır ve onuncu kadının hikayesi de biz kadınların başına gelen herhangi bir olay olarak sembolize edilmiştir. Bu onuncu kadınların hikayelerini her gün basında görmekteyiz. Ülkemizde bir kadının sokakta şiddet görmesi hatta öldürülmesi normal karşılanmaya başlanmıştır. Hatta neredeyse sevgi davranışında bulunmak “özel” karşılanır hale gelmiştir.
Kadın ve erkek cinsiyetleri arasındaki bu çatışma bir kaosu meydana getirmekte. Kadına şiddet uygulayan, tacizeden, baskılamaya çalışan erkekleri de dünyaya getiren ve büyüten kadın değil midir? Öyle bir tezat ki, kadın sanki kendi sansürcüsünü kendisi var ediyor. Bu açıdan bakıldığı zaman da erkeklerin kadınlara beslediği duyarlılığı kazandıramayan yine kadın olarak görülüyor. Gerçekten de kadınlar, kendi yarattıkları düşmanlara mı yeniliyor?
Seçil Saraçoğlu
www.dunyalilar.org