Biz kadınlar kırkyama gibi cinayete kurban giden her kadının travmasından yorgan yaparak örtüyoruz üstümüzü.
Sanmayın ki ateş düştüğü yeri yakıyor sadece. O ateş yıldırım gibi hepimizin kalbine düşüyor. Bıçaklanan her kadında darbeler bizim de ruhumuza iniyor, kurşunlar bedenimizi delik deşik ediyor, her vahşette ruhumuz tarifsiz acıyla kıvranıyor, bir umutsuzluk içinde, koyu karanlıkta, yapayalnız, yol bulmaya, ayağa kalkmaya, yaralarımızı sağaltmaya, yeniden güç bulmaya çalışarak yaşıyoruz.
Kız çocuklarının diri diri gömülmesi mecaziydi belki de… Görmezden gelindiği, değer verilmediği, sevgi görmediği, erkekler tarafından cariye olarak satıldığı, bir erkeğin dilediği sayıda kendine eş olarak aldığı, şiddet uyguladığı kadınlar. İnsan ruhunun yaşarken ölmesi diri diri gömülmek değil de nedir?
Eğlenmeye gidiyorum, kafamı boşaltıp biraz mutlu olayım dediğim anda canice katledilmiş başka bir kadın çıkıyor karşıma. Kapının önünde fıçıdan yapılmış masalarda sohbet eden insanların gülüşlerinden aşağı kan akmaya başlıyor. Öldürüldükten sonra bir fıçının içine tıkılıp üstüne beton dökülen Pınar Gültekin geliyor aklıma. Fıçıdan yükselen çığlıklarının üstünde sigara tüttürüyor katiller. Bir ürperti, güvensizlik, korku ansızın gelip müziğin ritmini bozuyor.
Sahnede güzel bir kız başını sağa sola sallayarak şarkısını söylüyor. Olduğu yere çakılmış dans etmeye çekinir bir hali var. Yüzünde eğreti duran gülüş. Siyah uzun saçları beline kadar. Mutlu Kaya geliyor aklıma. Ses yarışmasına katıldıktan sonra sevgilisi tarafından başından kurşunlanan güzeller güzeli Mutlu Kaya. Verdiği yaşam mücadelesini kazansa da % 96 engelli. Bütün bunların üstüne ablası Dilek de kocası tarafından kurşunlanarak öldürülüyor. Benim hayatım, gençliğim, hayallerim çalındı, kimseye bir faydam yok keşke ablam değil de ben ölseydim, o herkese iyilik yapar zor durumda olan kadınlara yardım ederdi diyor. Adı Mutlu konulup mutsuz hayatlar biçtiğimiz kadınlar.
Attığımız her adımda, gördüğümüz her ayrıntıda, şehirde, doğada, ovada, köyde, uçan kuşun kanadında, ağlayan çocuk yüzünde, kızıla kesen ufukta, duvarda, yüksek binalarda, perdesi kapalı evlerde; başka başka kadınların ölülerine rastlıyoruz. Kiminin ahı kiminin kanı sızıyor duvarlardan…
Özgecan Arslan oluyor adı bazen. Okuduğu şehirde minibüsle eve giderken tecavüz edilerek öldürüldü. Caniler üstüne bir de cesedini yaktılar. Ruhumuza acıyla kazınan her cinayette aynı şekilde öldürülmekten korktuğumuzdan “toplu taşıma araçlarında yalnız kalma korkusu” adında yeni yeni korkularımız oldu. Sabah-akşam tenha sokaklardan geçmemek için uzattık yolumuzu. Arkamızda duyduğumuz her ayak sesinden ürker olduk.
Adı değişse de kaderi aynı kadınların haber bültenlerine konu olan cinayetleri uykusuz bırakmalıydı oysa hepimizi.
Bütün bu acı tabloya rağmen ne yapıldı? O da öyle giyinmeseymiş dediler, o saatte orada ne işi varmış dediler, suçu katledilen kadına yıkıp vicdansızlıklarına, kendi dar dünya görüşlerine yandaş aradılar. Siyasi söylemlerle kadının yerinin evi olduğu, başörtüsüz kadının perdesiz eve benzetildiği, kahkaha atan kadınların edepsiz olduğu söylendi. Katillere iyi ki yapmışsın der gibi iyi hal indirimleri uygulandı. Kimi korundu, kimi kaçırıldı, kiminde deliller yok edildi. Türk aile yapısına uymuyor gerekçesiyle, kadını koruyan “İstanbul Sözleşmesi” bir gecede iptal edildi. Kadını yücelten, cinsiyet ayrımcılığını kaldırmak için kadına erkekle aynı hakları veren Atatürk’ün kemikleri sızladı.
Biz kadınlar kırkyama gibi cinayete kurban giden her kadının travmasından yorgan yaparak örttük üstümüzü. Kıpırdayamaz olduk bu ağırlıktan…
Biz kadınlar erkek egemen toplumun kötülüğünün, vicdansızlığının, ahlaksızlığının temize çekildiği yer olarak kaldık.
Fatma KOŞUBAŞI
Eğitimci, Yazar