“Komünizm” yıkılmadan önce, emperyalizmin bilinçli olarak eril beyinlere yaydığı şu yalan etkisini günümüzde halen göstermektedir. “Ülkeniz sosyalizme geçerse, kadınlarınız da talep gelmesi durumunda onu, sizden isteyen her erkekle yatabilecek ve koca olarak buna katlanmak zorunda kalacaksınız.”
Erkek egemen zihniyete dayatılan bu korkudan dolayı aşka hiç saygı gösterilmedi. Tanrısal zırha bürünen sistem kendini yücelttiğinin yanılgısında kadını metalaştırdı ve mutluluğu, erkek gücü tarafından örselenen, köleleştirilen kadın ile formüle etti! Formül kadınlar tarafından bozulurdu sonuçta ve Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi erkeğin de uygulayacağı şiddet en kutsal görevdi.
Sosyalizmi yaşam kılavuzu olarak benimseyen kadın ve erkeğin de aşk anlayışları materyalist olacaktır elbette. Nazım Hikmet, aşk anlayışını: “Ben şöyle dört başı mamur aşık olsam, fakat dedim ya, bana bağlı/ bana bağlı olmayan şartlarıyla; hüsranı, hicranı, ümidi, imkanı, imkansızlığı, benim enfüsi durumum ve afaki hayat şartlarıyla, yani takım taklavatıyla dört başı mamur aşık olsam, visalin, hatta maşukamla senelerce aynı çatı altında burun buruna yaşamanın aşkımı azaltacağına değil, bilakis çoğaltacağına eminim. Çünkü maşukaya, böyle bir aşkın maşukasına hiçbir zaman yüzde yüz ulaşamayacağımı sanıyorum. Daha doğrusu bundan eminim” diyerek tanımlar.
Yalçın Küçük son kitabı “Tenkit” de, Nazım Hikmet ve Vera hakkında yazdığı cümleler ile emperyalizmin yalanlarına benzer bir tartışmanın da kapısını aralamış oldu: “Sadece ‘cephe’ örgütlerinde bir konuşmacı ve şiir okuyucusudur. Kadın olarak payına düşen, sadece koleksiyonculardır. Bunlarla, sabahları yeni bir dünyaya uyanmak imkansızdır. Nazım, sabahları, şafakta, ancak aç karnına tüttürülen bir sigaradan tat almaktadır. Halbuki sabahlar, bütün kaygı ve düşüncelerden uzaktır. Düşünen bir insan için en büyük dünya sabahtır. Sevgi ve arzu, dünyasıdır. Sabah’tır. Yeni vatanında, Nazım’ın sabahı yoktur. Belki sevgili bildiği bir koleksiyoncu yan odada, bir hoyrat vücutla sabahı deniyor; karısı bile Nazım’ın ölümünü, vücudu çok soğuduktan sonra anlamıştı. Nazım, ikinci vatanında, sadece ve sadece kocaldığını fark etmek zorunda kalıyordu.” Hoyrat vücutla sabahı denemek, Nazım’a olan aşkı alçaltır mı? Yalçın Küçük bu anlatısı ile salt Vera’yı küçümsememekte, aynı zamanda coğrafyamızın şişirilmiş erkek egemen egosunu okşayarak Nazım’ı da küçümsemektedir.
1960’lı yılların başında, Sovyetler Birliği’nin çizgi film stüdyolarında redaktör olarak çalışan Vera Tulyakova’nın, bir çizgi film hakkında danışmanlık almak için ziyaret ettiği Nazım Hikmet “Neden benden de bir senaryo istemiyorsunuz?” diye sorar ve ertesi gün akşama doğru elinde “Sevdalı Bulut” çizgi filminin senaryosuyla stüdyoya gelir. Vera, Nazım Hikmet’ten otuz yaş küçük, beş yıllık evli ve bir çocuk annesidir. İlk tanıştığı andan itibaren aşık olmuştur şair, Vera’ya. Evli ve çocuklu olması umurunda değildir. Vera’yı sürekli aramaktadır: “Ertesi günden başlayarak Nazım atağa kalktı. Bana, henüz genç olduğunu kanıtlamaya karar vermişti. Onu unutmam şurada dursun, kendisinden bir dakika bile kopmama olanak vermiyordu. Günde on kere telefon ediyordu… Hiçbir şey umurunda değildi: Çalışmak da oluşum, evli oluşum, kendisiyle telefonda konuşmamın kimi kez uygun olmayışı ve çoğu kez olanaksızlığı… Açıyordu telefonu. Senaryo bölümünden bir an ayrılmayayım, hemen dört katlı stüdyoda aramaya başlıyorlardı beni, Nazım telefondaydı. Ya kendisi getiriyor ya da şoförüyle kocaman pastalar, kutu kutu çikolatalar, çiçekler gönderiyor ve daha türlü türlü şeyler yapıyordu beni kendisine kadınca ilgi göstermeye zorlamak için. Artık bir çocuğa davranır gibi davranmıyordu bana. Onun gözünde kadın olmuştum artık ve Dumas’nın, Dostoyevski’nin romanlarında kadınlara nasıl kur yapılıyorsa, öyle kur yapıyordu bana.”
Nazım Hikmet’in betimlediği sevgili tipinin en önemli boyutu, şairin, güzelliğe vurgu yapmayıp, sevgiliyi toplumsal gerçekliği içinde, gündelik ilişkilerini betimleyerek, “Divan şiiri”nin ve modernleşme sürecindeki Türkçe şiirin aşk anlayışına karşı çıkmasıdır. Nazım Hikmet’in aşk şiirlerinde aşık ve maşukun yanı sıra toplum içindeki diğer insanların yaşamlarından kesitler sunulur, bireysel ilişki üzerinden toplumcu bir yaklaşımla, toplumsal ve evrensel olana ulaşılır. Nazım Hikmet siyasal görüş ve duruşundan dolayı materyalist bir şairdir; öncelikle dini inanışın ve felsefesinin karşısındadır. Bundan dolayı, aşk şiirlerinde mistik bir aşk anlayışı ve bu anlayışa uygun olarak betimlenmiş bir sevgili tipi yerine, maddi bir aşk anlayışı ve buna göre betimlenmiş bir sevgili tipi vardır.
Nazım Hikmet’in şiirlerinde şekillenen materyalist aşk, bundan dolayı dünyevi bir gerçekliği taşır. Bu gerçekliğin/ özgürlüğün felsefesini Karl Marx sıklıkla dile getirir. Burjuva toplumunun İkiyüzlü ahlakçılığını deşifre ederek aşkın, sevginin ve ilişkilerin sağlam temellere oturması gerektiğini cesurca vurgular: “Burjuva, karısını, salt bir üretim aracı olarak görüyor. üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duyuyor ve, doğal olarak, ortaklaşa olma yazgısından kadınların da aynı şekilde paylarına düşeni alacaklarından başka bir sonuca varamıyor. Burjuva evliliği, gerçekte, evli kadınlarda ortaklık sistemidir ve dolayısıyla komünistler, olsa olsa kadınların ikiyüzlüce gizlenmiş ortaklaşalığı yerine açıkça yasalaştırılmış olanını getirmeyi istemekle suçlanabilirler. Zaten, apaçıktır ki, bugünkü üretim biçiminin kalkmasıyla birlikte, bu sistemden çıkan kadınların ortaklaşalığı da, yani resmi ve özel fuhuş da kalkacaktır” çıkarımını “Komünist Manifesto” kitabında yaparak, sosyalizmin kadına getireceği özgürlük alanını da tespit etmektedir.
Nazım Hikmet’in aşk anlayışı materyalizm/ komünizm ideolojisi üzerine kurulu olduğundan, bugün muhafazakar gözlüklerimizin ardından bakarak yapacağımız yorumlar hep eksik/ yanlış kalacaktır. Kadını, ataerkil despotluk anlayışı ile tutsak eden düzen aşkı bugün hiç mi hiç anlamlandıramamaktadır! Cinayetler, tecavüzler, sistematik duygusal/ bedensel işkenceler, iş hayatındaki eşitsizlikler kadınları günümüzde örselemeye devam etmektedir. Bize gereken, Nazım Hikmet ve Vera duyarlılığındaki aşka bakıştır! Sevmeyi/sevişmeyi ve şiiri yeniden keşfetmeden özgürleşemeyeceğiz çünkü!
Nazım Hikmet, son nefesini yanında verdiği büyük aşkı Vera’ya; “Gelsene dedi bana/ Kalsana dedi bana/ Gülsene dedi bana/ Ölsene dedi bana” der ve kapıldığı çekimin devamında kendisi ile ilgili son yargısını da verir! “Geldi/Kaldı/Güldü/Öldü…” Ozan, Vera da huzura mı, yoksa kendi deyimi ile ulaşamayacağı maşukasına mı kavuşmuştur? Reddettiğimiz aşkın nasıl yaşandığı/ yaşanacağı kimi ilgilendirir ki?
Bayram Sarı