İnsanlık tabiattan koptukça ve koparıldıkça yabancılaşır aslında.
Lakin toprağından, coğrafyasından koparak kentlere göç eden insanlar için yaşamlarının değişmeye başlaması, farklı olan şeyler ile karşılaşmak o adı koyulamadık “kentlileşme” hissi ve algısı önceleri hoş gelebilir. Sonraları ise ilave yeni sorunlar, açmazlar ve dertler ortaya çıksa da, kenti terk etmeme, uyuşturucu müptelalığına benzer bir hale dönüşür. Ama bu hal ve tavrın bir çıktısı olacaktır, yeni bir kişiliğe ve kimliğe bürünmek.
Köy, kasaba gibi yerleşim yerlerinde, özellikle toprağa ve hayvancılığa dayalı üretim ile bağlarını koparmış insanlar için yaşamış oldukları hayat, yaşadıkları hayat ile kıyaslandığında tercihin ne olduğu ve olacağı kendiliğinden ortaya çıkar. Göçüp geldiği hayatta ürettiğinden elde ettiği gelirin ona yetmiyor olması, yaşam standartlarının düşüklüğü ve daha kötüsü çoğunun kendisini idare edecek düzeyde dahi işleyecek yeterli toprağı olmayan insanlar için kentte yaşanan sorunlar ilk etapta katlanılır sorunlar olarak kabul edilebilir.
Ama kentliliğin de gereken ön koşullarına ve olanaklarına sahip olamama, gittikçe daha da zorlaşan hayat koşulları, bir süre sonra gerçek anlamda kendine yabancılaşma ile başlayan bunalım, topluma yabancılaşmaya ve toplumsal yabancılaşmaya ve elbette giderek toplumsal kuralsızlığa dönüşmektedir.
Kabile tipi topluluk oluşturma davranışları, hemşehri toplulukları ile başlayan toplumsallaşma ihtiyacı gibi görülen şey, esasen “kurtulma” çabası ile girilen, hegemonik bir çevreye dahil olma, yeni bir toplumsal inşa ihtiyacının bir sonucudur. Çeteleşme, mafyalaşma, nepotizm gibi yapıların kökeni, en nihayetinde insanların doğal yaşamlarından ve doğal üretim ilişkilerinden kopmuş olmalarının ve kentlerde sınıfsal gelişimin ve örgütlülüğün etkisi ile oluşması gereken toplumcu dönüşümün sağlanamamış olmasına bağlı olarak ortaya çıkan sınıf çelişkine dayalı toplumsal anomali temelli yapılaşmalar olarak karşımıza çıkar.
Köyünde, kasabasında, toprağında “gelişimin” ona pek yansımadığı, yaşam standartları giderek görece de olsa artmayan, daha kötüsü hayatı giderek zorlaşan insanların yapacağı tek şey göç etmektir. Anlamadığı, bilmediği veya aşina olmadığı koşullara uyum sağlamaya çalışmak ve kendine yabancı işlerde çalışmak zorunda kalmak, hayatı amelelik olanların veya küçük çapta toprağında kendine yetecek bir yaşam sürdürmüş olanların, geldikleri yerlerde işçi olarak çalışmaya başlamaları, işçilik bilinci ve pratiği üzerinde de ciddi anlamda bir nitelik sorunu yaratırken, bunun sınıf bilinci konusunda bir erozyona neden olduğu konusu, işin diğer bir boyutu olsa gerektir.
Öte yandan teknolojik gelişimin üretim araçlarına ve biçimlerine, üretim biçimlerinin de üretim ilişkilerine yansıması ve onu belirlemesi sonucu tarım sanayinin gelişimi, tarım işçiliğini geliştirmemiş, köylüye ve toprak işleyenlere refah getirmemiş, tam tersine, insanların temel ihtiyacı olan tarım ürünlerinin üretiminin el değiştirmesine yani sermayeye geçmesine neden olmuştur.
“Günümüz toplumunda yabancılaşma sorunu” başlıklı yazımızı da okumak isterseniz…
Örneğin genetiği değiştirilmiş tarım ürünleri ve daha ucuza mal etme anlayışı ile tarımda dışa bağımlılığı artıran politikalar, tarımda özel mülkiyete dayalı büyük tarım işletmeleri ve tekelleşmeler, tarım ürünlerin pazarlanması yöntemleri ve tüketiciye ulaştırılması teknikleri gibi daha birçok etken, köylüye ve toprak emekçisine olan ihtiyacı ortadan kaldırmıştır.
Bu arada tarım ürünü olan tüm temel gıda maddeleri ve ürünleri başta tarım ilaçları nedeniyle giderek sağlıksız bir hal alırken, toplum da biyolojik ve toplumsal olarak sağlıksız olmaya başlamış, hatta son yıllarda önü alınamayan akut ve kronik sağlık sorunlarında inanılmaz artışlar meydana gelmiştir.
Sadece sanayileşmeye, betonlaşmaya, iletişim teknolojilerine ve ticarete odaklanan yönetsel politikalar ve onun sonuçları olan sosyo-ekonomik değişim, sürekli büyüyen, söz konusu bu büyümeyi gelişim sanan bir kültürü ve kitleselliği de beraberinde getirmiştir.
İşte o kitleselliği kullanan siyasal iktidarlar üretimden koparılmış, benliğini arayan yeni “kentköylü” kitleler üzerinde öyle bir algı yaratırlar ki, aslında iktidarın ortağı veya iktidarda pay sahibi kendileridir Lumpenleştirilmiş, asalaklaştırılmış ve dolayısıyla kendilerine önem ve değer verildiğini sanan üretim becerileri elinden alınmış, beceri ve çalışma alanları yok edilmiş, ucuz işgücü ve işsizler ordusu haline dönüştürülmüş kitleler, kendisine yakın görünen ama aslında onları sadece zamanı gelince “seçmen” olarak kullanan iktidarları, “kendi iktidarları” gibi algılamaya başlarlar. Bu biraz da mazoşist bir ilişki gibi görünse veya Stockholm Sendromu şeklinde ifade edilse de, çok daha doğrusu, tarihi boyuncu önemsenmemiş ve gerçek anlamda birey ve vatandaş olamamış insanların, kendisine gösterildiğini sandığı öneme ve değere inanma ihtiyaçlarının bir sonucu olsa gerektir.
İşte bu insan yığınından oluşan kitle sanır ki, iktidar olan biraz da kendileridir. Dolayısıyla iktidarı kendilerinin görenler, bir süre sonra kendilerini iktidar görmeye başlarlar. Aç, muhtaç, yoksul, yeteneksiz ve özelliksiz ama bir o kadar da kendilerini iddialı gören insanlar ordusu olan kitlesellik, en tehlikeli kitleselliktir. Çünkü güruhun kitleselliği, kullanışlı ama bir o kadar da ülkelerin “kaderini belirleyen” niteliksiz bir niceliğin varlığına tekabül eder.
İsmail Topkaya
Yayınladığımız son içeriklere göz atmak isterseniz…