“Dışarıya kapanmak esasen içeri açılmaktır. Huzur mu istiyorsun?
Az eşya, az insan.” – Franz Kafka
Medyada sık görünmek ontolojik bir kaygıya dönüştü. Artık hepimiz her yerde ve hiçbir yerdeyiz. Herkes biraz kendisi ama çokça başkası. Sürekli görünme/görülme arzusu insana mola imkânı tanımıyor, köşemize çekilemiyoruz. Çünkü varolmak demek sosyal medyada sürekli paylaşımda bulunmak demek. İnziva artık ütopyaya dönüştü. Dennis Vase inzivayı arınma/ iyileşme olarak görülen yalnızlıktan ayırır. Ona göre modern insanın ‘yalnızlık hastalığı’ vardır. ” Paradoksal biçimde en yakındakilerle ilişkiye girmek yalnızlığa katlanmaktan daha fazla acı verir insana” der. Yalnızlık bir özgürlük vaadidir ancak kişiyi bencilliğe götürür ona göre. Göründükçe ve görüldükçe yalnızlaşıyoruz aslında. Bir terapi merkezine, hak arama alanına dönüştü sosyal medya. Ne kadar işe yarıyor? Yoksa kendimizi mi kandırıyoruz?
Cep telefonu ve internet yeni yalnızlık oyuncakları. Sanal bir inziva mekânı sunan, hakikatle bağımızı kopartan, algımızın mülkiyetini elimizden alan ve bize geçici, günlük bilgiler sunan birer ‘vakit öldürme’ makinası. J. Attali ” Her iki araç da dünyada ilk kez insanlara toprağa bağlı olmayan bir adrese sahip olma imkânı verir.” diyor. İnsan nereye giderse gitsin gösterisini de beraberinde götürüyor cep telefonu ve internet aracılığıyla. Guy Debord ” Gösteri sadece sahte-kullanımın hizmetkârı değildir, bizzat kendisi yaşamın sahte-kullanımıdır” der. Gerçeği hapsetmekle kalmayıp sahte’yi gerçeklik olarak yürürlüğe sokmanın peşindedir. Sosyal medya özgürleştiğimiz, bağımsızlaştığımız yanılgısına düşürüyor bizi. Oysa bize tanınan tek bir hak var: Bir söylemin ya muhalifi olacağız ya yandaşı. Söz söyleme hakkına sahibiz ama kendi sözümüzü değil, muktedirin ya da muhalefetin tasdiklediği sözü.
Siyasi gündeme dair doğru ya da yanlış olduğunu sorgulamaksızın sürekli bilgi edinme bir tutkuya dönüştü. Enformasyon fazlalığı insanı daha iyi, daha çabuk, daha derin anlamaya yöneltmiyor maalesef. Aksine bilgiyi, haberi ya da uyaranı daha hızlı içselleştirmemiz gerekiyor. Bu ise anlamın iğdiş edilmesine yol açıyor. Algıya hizmet eder gibi görünen medya ve iletişim araçları körlüğe ve akıl tutulmasına yol açıyor. Ânı kaçırmamak için çırpınan insanoğlu bol uyaran karşısında zihin karmaşası yaşıyor. Sosyal medya anksiyeteyi körüklüyor, insanlar fikir üretmekle niyet okumayı birbirine karıştırıyor. Sandığımızdan daha fazla zincirle bağlıyız gösteri dünyasına. Herkesin birbirini gözetlediği ama aslında hiç kimsenin birbirini görmediği bir kısır döngüye hapsolduk. Dikizcilikten farklı olarak kullanılan bir kavram var: Skopofili. Bakmaktan alınan haz anlamına geliyor. Bizler sadece seyirciyiz, bakıyoruz o kadar. Düşüncelerimizin kaçta kaçı kendimize ait, ne kadarı sosyal medyadaki bilgi yığınından ve körü körüne bağlandığımız ideolojilerden devşirme?
Hızlı algılama bireyi unutuşa sürüklüyor. Algı ve unutma arasındaki mesafe gittikçe kısaldı. Algıladıklarından bireye kalan hiçbir tortu yok. Onaylanmak yegâne amaç haline geldi. Anlamak ve anlaşılmaktan farklı bir boyutu var onaylanma isteğinin. Deneyim kazanmanın mümkün olmadığı, bireyin kendini sürekli bir devinim içinde güncelleme telaşı içinde bulduğu bir dönemdeyiz. Edip Cansever’in ” Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün/ O kadar çabuk o kadar kısa” dediği bir çağdayız. Herkes vitrinde olmaya can atıyor, inziva bilinci yok oldu, görünürlük anksiyetesi bir varoluş biçimine dönüştü. Birden çok uyaranın eşlik ettiği yaşamımız kendini gösterme sergüzeştinden ibaret. Mahremiyetini yitirmiş bireyin trajedisi bu. Kaybolmak için sığındığımız herşey bizi daha çok çağırıyor sahneye. Herkes birbirine o kadar yakın duruyor ki aslında kimse birbirini görmüyor. Aşırı yakınlık beraberinde uzaklaşmayı getiriyor. Fiziksel yakınlık düşünsel ve duygusal uzaklığa yol açıyor.
Benlik algısını başkalarından bağımsız ve kendi iradesiyle geliştiremeyen insanoğlu hayatının her alanında yaşam koçlarına, ilişki uzmanlarına, danışmanlara başvuruyor. Böylece kendi kararlarını alma yetisi köreliyor ve hep başkalarına bağımlı hâle geliyor. Sosyal medya bu bağımlılık ihtiyacını gidermenin birincil vasıtası, bir türlü tüketilemeyen bir tüketim alanı. Tüketim saplantısı faturalardaki rakamlardan ibaret değil sadece, tam da bu süreğen bağımlılığın, sorgulanmayan bu teslimiyetin bir yansıması ve sonucu aslında. A. Merle’nin de altını çizdiği gibi tüketim eylemleri salt satın almayla alakalı değil. E. Galeano’nun dediği gibi “Bana ne kadar tükettiğini söyle sana ne kadar değerli olduğunu söyleyeyim” türünden açıklamalar kişisel değeri tüketim miktarıyla ölçen hileli tuzaklardan biri. Facebook, twitter, instagram, youtube, vine yeni tüketim araçlarımız bir bakıma.Sahip olunan şeyler gizlenirdi eskiden, günümüzde artık sahip olmayan şeylere sahipmişiz gibi davranıyor yani simüle ediyoruz.
Görünme merakının esiri hâline gelen, derinlik kaygısını yitirmiş bireylerin tenha yaşamlarından ibaret sosyal medya. Seyretmenin edilgenliğinden değiştirmenin etkin gücüne sıçramak giderek güçleşti. Belki de mevcut inşanın üzerinde iyileştirmeler yapmak yerine topyekûn yıkıp silbaştan inşa etmemiz gerekiyor, hem kendimizi hem hayatı.
Sosyal medyayı kullanarak gösteriye müdahale ettiğimizi, gidişatı değiştirebildiğimizi mi sanıyoruz acaba? Kısa vadede belki ama ya uzun vadede? İzleyici ne kadar çok seyrederse o kadar az yaşar, diyor G. Debord. Seyretmek edilgenleştiriyor. Ne yazık ki ne seyrettiğimizi bile bilmiyoruz artık. Sadece yalnızlaşıyoruz.
Pınar Doğu – T24
Dünyalılar