Yesayan’ın “Sürgün Ruhum” adlı kitabı insanın incinen yanlarına dokunuyor. İçsel hesaplaşmalar, kırgınlıklar, sorgulamalar ince ruhlu Emma’nın kendi varlığını bulma çabası, ait olma arzusu ve içine işleyen sürgünlükten kurtulma isteği etkileyici bir üslupla dillendiriliyor.
Modern Ermeni düzyazının önemli isimlerinden kabul edilen Zabel Yesayan, İstanbul Üsküdar’lı bir yazar. Kendisi aynı zamanda 1915’te tutuklanması istenen tek Ermeni kadın entelektüel olarak da biliniyor. Yesayan, Ermeni aydınlarının çıkarıldığı bu ölüm yolculuğundan bir hastanede saklanarak kurtuluyor.
O, yaşamını farklı farklı yerlerde sürdürmek zorunda kalan ve belki de hep bir yere ait olma sıkıntısı ile baş etme çabası içerisinde kendini var etmiş bir yazar. Aras Yayınları tarafından basılan kitapları sayesinde, Türkiyeli okurun da son dönem adını sıklıkla andığı ve üzerinde durduğu bir yazar olduğunu da eklemek gerek.
Yesayan’ın Aras Yayıncılık tarafından basılan son kitabı “Sürgün Ruhum”da yazar, uzun yıllar yurt dışında yaşamış İstanbullu bir ressam olan Emma’nın memleketine yani İstanbul’a dönüşünü, uyum çabasını, hissettiği aidiyetsizliği, içinde yaşadığı sürgünlük duygusunu ve çalkantılarını incelikli bir dil ve üslûp ile anlatıyor.
Yesayan’ın 1915’ten sonra kaleme aldığı ilk edebi eserlerden olan ve 1922’de yayımlanan “Sürgün Ruhum”da çok fazla politik gönderme ilk bakışta yok gibi ancak sinen bir yaşanmışlık ve acı hissi özellikle Yesayan’ın karakterinin kendi içindekileri anlattığı kısımlarda, okura etkili bir şekilde yansıtılıyor.
RUHUN SESSİZLİĞİNİ SANATLA BOZMAK
Kitabın baş karakteri Emma’nın hikâyesi bir anlamda tüm yaşanmışlıkların bıraktığı bellek yarasını sanatla kapatmaya çalışan bir insanın öyküsü olarak da yorumlanabilir.
“Resimlerim aslında ruhumun sessizlik dönemlerine tekabül ediyor. O vakitler sanki iç âlemimde dans eden tüm ruhlar geçip gitmiş ve her şey onların yokluğunda taşlaşmıştı. Öyle günlerde insan kendini bomboş hisseder ve bu boşluğu hatıralarla doldurmaya çalışır. O halde tablolarım, hatırlarken yaşadığım tecrübenin yansımaları ve sessizlik döneminin mahsulleri.”
İnsanın ruhunun sessizlik dönemi sanırım olumsuz pek çok şeyin yaşanmasıyla da ilgilidir. Görülen, tanıklık edilen hayat izleri -ki yazar aslında bunu açıkça belirtmiyor ancak okura düşündürüyor- insanı derinden etkilediğinde garip bir hissizlik durumuna dönüşür. Çünkü o kadar yara almışsınızdır ki artık ruhunuz bir anlamda ölmüş gibidir. İşte bence böyle anlarda insanın ruhu da sessizleşir. İçinizde bir şeyler kopmuştur ve kendi içinize bile dönemeyecek durumdasınızdır.
Yesayan’ın Emma karakterinin yaşadığı da böyle bir hâl olmalı ki o, ruhunun bir teneke gibi boş ama vurduğunda ses çıkaran tıngırtısını eserlerine yansıtan bir kişilik olarak çıkıyor karşımıza. Emma, sessizlik döneminin yansıması olarak tanımladığı tablolarında aslında kaybettiğini düşündüğü ruhunun mırıltısını duymaya ve duyurmaya çalışıyor.
Sadece kendisinin eserlerinin “ihtiva ettiği kederi ya da huzurun değerini” yorumlayabileceğini düşünüyor bu nedenle de çünkü tabloları aynı zamanda onun içinin bir yansıması ve sessiz ruhunun kimsenin duyamayacağını düşündüğü çığlığı.
BEKLEYİŞİN İÇİNDE KAYBOLMAK
“Şahane bir bekleyişin coşkusu var içimde. Ruhumun sürgünde olduğunu ve azat edilmeyi hevesle beklediğini hissediyorum. Ne ya da kim yağlayıp gevşetecek onun zincirlerini? Her an ümitlenmek ve her an ümidini yitirmek mümkün.” Emma bu cümleleri tablolarının yabancı gözler tarafından görülmesiyle ilgili olarak söylüyor ama bu görme onun içini de görmek olacak bir anlamda. Çünkü bu bekleyiş hâli sadece tablolarla ilgili de değil hissettiğim kadarıyla.
Emma bir bekleyişin içerisinde, ruhunu kurtaracağına inandığı bir bekleyiş bu. Bana Blanchot’nun şu cümlelerini hatırlattı: “Bekleyiş artık bekleyecek hiçbir şey olmadığında, hatta bekleyişin sonu dahi olmadığında başlar. Bekleyiş beklediğini bilmez ve beklediğini yıkar. Bekleyiş
artık hiçbir şey beklemez.” Emma için de böyle bir durum belki de sözü edilen ruhunun sürgünlüğü onu geri getirecek bir bekleyişe bağlı ancak bu bekleyiş aynı zamanda beklenenin yokluğunu da içeriyor. Çünkü bu hiçbir şey beklemeyenin kendisini o bekleyişin içine bırakması ve kayboluşu aynı zamanda. Nedeni de o kurtuluşu gerçekleştirecek olan öznenin yani beklenenin belirsizliği. Bundan dolayı Emma’nın durumunda olduğu gibi “her an ümitlenmek ve her an ümidi yitirmek mümkün”.
ÖLÜ RUHLU İNSANLAR
Yesayan’ın iyi bir betimleyici olduğundan ve doğacı yanından söz etmek gerekiyor. Kitapta doğa, kitabın karakterlerinin tersine canlı ve coşkulu bir şekilde yer ediyor. Yazar, insanın tüm yaşanmışlıklarının iziyle rengini kaybeden ruhunun aksine doğanın o yaşayan, içe dokunan ve umut vaat eden yanını etki bırakan bir biçimde ortaya çıkarıyor. “Yeni açan bir çiçek kokusunu yayıyor, bir yıldız göğün yüzünde parlak bir saban izi çizerek kayıyor ve kurbağalar bostanların havuzlarında uzun, inatçı ve yeknesak bir sesle vıraklıyor.”
İnsanın içi karardığında doğanın canlılığı ona yaşamın devam ettiğini hatırlatır diye düşünürüm. Yesayan için böyle bir durum var mıdır emin olamayız ancak karakteri Emma için hem “içini muhabbetle dolduran” bir tarafı var doğanın hem de “sıla hasretiyle yüklü bir hüzün yaratan” tarafı. Doğanın hâfızayı çağıran sesleri, başka baharların bıraktığı başka hisler ve belki de Emma için İstanbul’a dönmeden önce, çok sevdiği Üsküdar’a duyduğu özlemin içini acıtan hatırası.
ZOR…
Yazının başında Emma’nın kendisini sanatla, tablolarıyla tamir etmeye çalıştığından söz etmiştik. Ama bu ne kadar başarılabilir, sanatın zor dönemlerde hem sanatçı için hem de “sıradan” insan için tedavi edici bir sığınak olduğu kabul edilebilir bir düşünce olsa da bu dünyadan soyutlanmak kolay değil.
Emma her ne kadar kendisini yaptığı tablolarla ifade etmeye, terk ettiğini düşündüğü ruhunu yaptığı resimlerle geri çağırmaya çalışsa da bunun kolay olmadığını şöyle belirtiyor: “Zor… Tutkular bu kadar alevlenmiş, siyasi meseleler acil ve mutlak bir ağırlık kazanmış, insanlar arkalarına bakmadan ve zihinlerini yarının ufuklarına çevirmeden günü gününe yaşarken, yalnız onları sanatla meşgul etmek değil, rüyamıza bırakmak dahi zor.”
Emma’nın hissettikleri çok uzağımızda olmasa gerek. Her şeyin politik gündemle belirlendiği yaşadığımız şu günlerde, sanatçının, sanatla beslenin de işi zor… Ama yine de sanatın her hâlinin insanın ruhunu tamir eden bir yanı olduğunu kabul etmek gerek. Emma gibi ruhumuzun acıdan, üzüntüden sürgüne çıktığı anlarda, onu çağırmanın en önemli yollarından birisi Yesayan’ın kitabının yayımlandığı yıllarda olduğu gibi, şimdi de hâlâ sanat gibi geliyor bana.
Kısacası, Yesayan’ın “Sürgün Ruhum” adlı kitabı insanın incinen yanlarına dokunuyor. Düz bir çizgiside ilerlemiyor. İçsel hesaplaşmalar, kırgınlıklar, sorgulamalar ince ruhlu Emma’nın kendi varlığını bulma çabası, ait olma arzusu ve içine işleyen sürgünlükten kurtulma isteği etkileyici bir üslupla dillendiriliyor. Kitap, canlı doğa tasvirleriyle de insanın kararan ruhunu okşuyor umut vaat etmiyor belki ama yaşamın devamlılığına gönderme yapıyor.
Emek Erez
emekerez@gmail.com
Dünyalılar (www.dunyalilar.org)