GenelYaşam

Sana Mektuplar: Bir Ada Hikâyesi

Bu ada hiçbir zaman yok olmaz, tıpkı Le Guin’in adası gibi. Çünkü zaten düşseldir ve gerçekte zaten olmayan bir şeyi, hiçbir şey öldüremez. O ada sonsuza kadar var olacak.

“Sen her bir şeyde eksik kalan parçasın.

Sen, onları sonsuza kadar sevebilmemiz için her şeye lazım olansın.

Mabet’in kapılarının kayıp anahtarı,

Saray’a giden gizli yol, sisin ebediyen gözden sakladığı uzak Ada’sın…”[i]

 

Bir ada varmış bir zamanlar; dertler, acılar, yoksulluklar, eşitsizlikler, sömürü, hastalıklar, özel mülkiyet giremezmiş o adanın görünmez kalkanını aşıp oraya. Bir çeşit ütopya adası gibiymiş bu ada. Yarı düşsel bir ada. Sanki Ursula K. Le Guin’in kitaplarından fırlamış sahicilikte bir adaymış.  Gemiler yanından geçerler de, görmezlermiş  o adayı. Çünkü o adayı görebilmek için kişinin önce beyninde özgür olması gerekirmiş. Özgürlük eşiğini atlayan kişi görürmüş orayı yalnızca.

Bizim bu adamız, Ursula K. Le Guin’in yarattığı Thorn ülkesindeki küçük adalara benziyordu.. Şöyle anlatıyor Le Guin, yarattığı ülkeyi: “Her zaman rüzgâr eserdi Thorn ülkesinde. Kıyıları sarp ve kayalıktı. Gemiler pek nadir yanaşabilirdi bu kıyılara… Yine de orayı düşündüğüm zaman, denizin üzerindeki sarp uçurumları, o geniş otlakların üzerinde esen rüzgarı, güney sahilinde granit ve sedirden yapılarıyla uğultulu tepelerden Antarktik Okyanusu ile Güney Kutbuna bakan o en sevdiğim kenti, Barren kentini görebiliyorum.” [ii]

İşte sözünü ettiğim ada, Barren kentine çok yakın değildi, ama Thorn sınırları içinde düşsel ve özgür bir adaydı. Çok da büyük değildi, orta büyüklükte bir adaydı. Denizin üzerinde sarp uçurumlar vardı Thorn ülkesinde olduğu gibi. Buralarda da rüzgâr sert eserdi zaman zaman. Ama bu ada ormanlıktı. Ve bir de şelale vardı yükseklerden bir billur gibi aşağıya dökülen.

İşte seninle nice mücadelelerden sonra o görünmez adaya ulaşmıştık. Bir gece gökyüzüne bakmıştık yan yana sahilde. Yalnızlıklarımızı yıldızların ışığı altında yan yana koymuştuk, Bol yıldızlı gecede parıldıyorlardı birer yıldız ve denizin üstündeki yakamozlar gibi. Yalnızlıklarımız uyum sağlamışlardı.

Çıkarıp koymuştuk yalnızlıklarımızı yan yana adada gökyüzüne bakarken. Nasıl da parıldıyorlardı yıldızlar bile sönüktü yalnızlıklarımızın parıltılarının yanında. Yalnızlık birleşmez, yok olmaz,  kaynaşmaz; iki kişinin yan yana yalnızlığında büyür.

“Yalnızlığımı özlemiştim. İçime dönebiliyorum yalnız kalınca.” demiştin usulca geceye fısıldar gibiydin. Ben de hem kendi, hem senin yalnızlığını, seni de özlemiştim. Benimleyken yalnızdın, yalnızlığını yanında taşımana ses çıkarmıyordum. Çünkü yalnızlık benim de yükümdü. Bunu anladığım zamandan bu yana yalnızlığımı gözüm gibi korurum. Hem yazmak ve okumak içinde yalnızlığa ihtiyacım var. İşte birbirimizin yalnızlıklarını ürkütmeden birlikte oluyorduk.

Sonra sanırım Kafka’dan bir alıntı yapmıştın: “En karanlık gecede bile bir karanlık diğerine yansır.” böyleydi galiba. Bir yalnızlık da diğerine yansıyordu yıldızların ve ayın ışığının altında.

Charles Bukowski’nin “Seçilmiş bir yalnızlık, insanın sahip olabileceği en büyük lükstür.” sözünü söylemiştim sana orada. Bizim ilişkimiz de seçilmiş yalnızlıkların toplamıydı belki de. İki yalnızlıktan bir ilişki çıkar mı? Çıkıyordu işte bazen.

Yalnızlık en değerli yükümüzdü. Çünkü yalnız ölüyorduk. Ölümden sonra doğaya karıştığımızda da yalnızdık.

Gökyüzüne bakmaya devam ediyorduk bazen sessizlik içinde. Arada bir yıldız kayıyordu sessizce, sanki yalnızlığımıza kayan birer yıldız gibiydiler sanki.

İki yalnızlık birbirini gönüllü olarak seçtiğinde, birbirlerinin yalnızlıklarını öldürmezler. Yalnızca birlikte yaşamayı ve nefes almayı öğrenirler. Birlikte olmak yalnızlığı öldürmez, bazen çoğaltır.

***

Cioran, bir kitabında bir yükten kurtulmak için yazdığını söyler.[iii] Ben de bir yükten kurtulmak için sana bu mektubu yazıyorum. Bu yük yüzyılların yükü belki de. Yazdıkça hafiflediğimi hissediyorum. Evet açık yara kanıyor, ama bu da yazmanın ve hafiflemenin bedeli olsa gerek. sevgilim. Bu dünyada  bedelsiz hiçbir şey yoktur. Ne acılar bedelsizdir, ne mutluluklar. En büyük bedeli ise özgürlüğe öderiz.

“Nasıl bir uçurum kusursuzluğuna ulaşmışım ki düşecek yerim bile kalmamış?” [iv] der yine Cioran. Düşecek yer kalmayan insan dibe vurmuştur artık, yaşanabilecek her şeyi yaşamıştır ve bedelini de yüksek tutarda ödemiştir bunun. Dolayısıyla daha fazla dibe vuramaz. Belki de bunun için “bir uçurum kadar kusursuzdur.” Çünkü böyle bir insanın kendisi artık bir uçuruma dönüşmüştür, kendisinin uçurumudur o artık. Çünkü o kadar dibine inmiştir hayatın.

Ütopya ile rasyonellik arasında bir dengedir olmalıdır, hayat böylece anlamlı olur. Bazı insanlar kariyerin, bazıları paranın, bazıları ise ünün peşinde giderler. Ve bu istedikleri maddi şeylere ulaştıklarında aslında kendi ölümlerini de gerçekleştirirler. Sonra yaşayan ölülere dönüşürler. Çünkü düşleri yoktur. Oysa hayat düş ve rasyonalizm arasında bir dengedir. Tek başına katı gerçeklik insanı yaralar, onu öldürür, katı rasyonalizm de öyle. İnsan biraz düşsel olanı da üretmeli yaşamalı, düş ve gerçek arasında bir köprü kurmalı. Ütopyaları olmalı insanın.

Ütopyalarını yalnızlığın gibi koru.

Bu ada hiçbir zaman yok olmaz, tıpkı Le Guin’in adası gibi. Çünkü zaten düşseldir ve gerçekte zaten olmayan bir şeyi, hiçbir şey öldüremez. O ada sonsuza kadar var olacak.

Sevgiyle kal…

 

Erol Anar

Uzaklar

[i] Fernando Pessoa, Huzursuzluǧun Kitabı, s. 414.

[ii] Ursula K. Le Guin: “Her Yerden Çok Uzakta”, İmge Yayınları, Birinci Baski: 1995, Ankara, s. 33-34

[iii] Cioran: “Ezeli Mağlup”, Metis Yayıncılık, Birinci Basım: Mart 2017, İstanbul,  s. 18.

[iv] Cioran: “Çürümenin Kitabı”, Metis Yayıncılık, Dördüncü Basım: Kasım 2013, İstanbul, s.126.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu