İlk gençlik yıllarımda yaşadığım ülkeyi ve bu ülkenin insanlarını anlamak, tanımak konusunda bana sayısız bilgi aktaran, edebiyat tarihimizin kilometre taşlarından Sevgili Orhan Kemal’den söz edeceğim bu yazımda…
1914 Adana doğumlu Orhan Kemal. Feodalizmden kapitalizme geçmeye çalışan bir toplumun değişiminin, dönüşümünün tanığı…
Kendisi de bu toplumun çeşitli kesimlerinde bizzat yaşamış bir tanık üstelik.
Yazmaya değer olaylar, yaşamakla, doludizgin yaşamakla elde ediliyor çoğu zaman. Bulaşıkçılıktan, matbaa işçiliğine, taş taşımaktan, nakliyeciliğe, kâtipliğe birçok yerde, birçok yaşamın içine girmiş bir yazardan söz ediyoruz. Gözlem gücü, yazma yeteneğiyle bir araya gelince bir dönem Türkiye halkının yaşamına dair o devasa külliyatı bizlere miras bırakmıştır Orhan Kemal.
Örneğin Beyrut’ta babasının açtığı lokantada garsonluk ve bulaşıkçılık yaptığı günler var gençlik yıllarında. İşte o günlere dair yazdıkları:
“Ortalık yeni yeni ağarmaya başlarken, Niyazi’yle birlikte evden çıkardık. O saatte Beyrut’un yeşil tramvayları bile seyrek işlerdi. Yalnız işçiler, o, dünyanın her tarafında, herkesten az uyuyan, kadınlı erkekli çoluklu çocuklu kalabalık, onlar kümeler halinde ve yollarda olurlardı. Aralarına katılırdık… Tıpkı onlar gibi, ceketlerimiz omuzlarımızda, onların bastıkları parkelere basmak gururu içinde, iş-güç sahibi insanlardık.”
Edebiyat Dünyası sınıflandırmasında toplumcu gerçekçi akımda yer alıyor. Gerçekçi olsun da ister büyülü olsun, ister toplumcu, ister yeraltından ve hatta isterse bireyci olsun bana göre…
Yazdıklarının gerçekliği ile ilgili olarak 1960’larda tez konusu O. Kemal olan Ahmet Aytekin isimli bir öğrencinin, Cemile karakterinin gerçek olup olmadığını soran mektubuna karşılık şu mektubu yazmış kendisi.
“Bay Ahmet Aytekin, Cemile romanının özelliği daha çok şuradadır: Cemile, bizim edebiyatımızda ilk olarak fabrika işçilerinin hayatını vermeye çalışmış bir romandır. Yani, fabrika insanlarının yaşayış tarzlarını… Aşkları, ekmek kavgaları, neşeleri, kederleri vb. Roman ve hikâyelerine gerçek hayatı tema olarak alan bir yazar için, en iyi bildiği konulara âdeta saldırmak esastır. Ama bu demek değildir ki, yaşadığı hayata yazar ayna tutmalıdır! Hayır. Yazar yaşar. Ondan kalan izlenimler ya da başka bir deyimle, söylemek istediği ana fikrin malzemesi kafasında iyice yer eder. Tanıdığı Ali, Mehmet, Rıza, Süleyman, Cevriye, Nuran… ları alır, eserinde başka biçimde işler. Ali, Murat olabilir; Mehmet, Kadri; Cevriye, Nuran da diyelim ki Cemile. Kişilerin adları değişse bile, gerçekte yaşadığı hayatın ölçüsü, çevresi, rengi, kokusu, aşkı, ızdırabı, şusu busu değişmez. Cemile de böyle. Cemile, bir başka adla gerçekten yaşamıştır ve benim çok yakından tanıdığımdır. Hatta CEMİLE’Yİ okuduğu zaman kendini bularak ağlamış, “Sahi ben buyum. Peki, sen bütün bunları ne biliyorsun?”diye sormuştur. Bilvesile size, sayın öğretmeninize ve arkadaşlarınıza selam, sevgi ve başarılar.”
Hangimiz insanlık tarihini okul sıralarında öğrendik ki? Hepimizin gayet iyi bildiği bir şey olduğunu düşünüyorum. Resmi tarih her zaman iktidara yakın birileri tarafından kaleme alınır ve her zaman yanlıdır. Oysa genelde sanat, özelde edebiyat iktidar olanı umursamaz. O, gördüğünü, sahici insanların hayatlarında gördüğünü aktarır. Ve kaçınılmaz olarak iktidarla başı belaya girer. Orhan Kemal de nasibini almış tabii bu beladan. Bildiğimiz gibi hayatının bir bölümü de cezaevlerinde geçmiş. Bursa cezaevi edebiyat yaşamında bir dönüm noktası olmuş aynı zamanda. Nazım Hikmet’le tanışmasını “Nazım Hikmet’le 3,5 yıl” adlı anı kitabında şöyle anlatır:
“Müdürün oda kapısında çevik bir gıcırtı, kapı açıldı. Nefesimi kesmiş, gözlerimi kısmışım… Bir heykel sükûnu içinde, azametli bir mermer heykel bekliyorum… Bir an yüz yüze geliyoruz, sonra göz göze… Mavi mavi gülüyordu. Bu gülüş muhakkak ki bir çocuğu hatırlatıyor… Temiz, taze, sıhhatli ve dost! Bir lahza şaşkın, bekledi. Galiba ne yapması lazım geldiğini ölçtü yahut tanış bir yüz arandı… Sonra gözüne Necati ilişti herhalde, ona doğru yürümeğe hazırlanırken, Necati ona koştu ve beni tanıttı. El sıkıştık. Ayaklarının topuklarını, hazır oldaki bir er gibi birleştirerek, kendisini teşrifata zorladığı aşikâr bir tarzda ciddileşmeye çalışarak: -Ben Nazım Hikmet! Dedi.”
Bu tanışma, onun edebiyat yaşamındaki yerini belirginleştirir. Nazım’ın onu şiirden vazgeçirip düz yazıya teşvik ediş hikâyesini birçoğumuz bilir. Lakin o şiirden tamamen vazgeçmemiş herhalde ki; Bu yazıyı hazırlamak için araştırma yaparken tam da o dönemde yazmış olduğu bir şiiriyle karşılaştım Orhan Kemal’in. Nazım Hikmet için kaleme almış bu şiiri…
“Kırk yaşında çember çevirebilmek,
Sabun balonları üfleyebilmek havaya.
Kilerden reçel çalmak,
Gizli deliklerden gözetlemek komşu kızını!
Pırıl pırıl bir gümüş tatlı kaşığında kırmızı gül reçelidir, çocukluk.
Kırk yaşında çember çevirebilmek,
Sabun balonları üfleyebilmek havaya!
Sevebilmek dünyayı ve insanları,
Sevebilmek, her şeye rağmen
Sevebilmek, sevebilmek…
Sabun balonları üfleyebilmek havaya!”
O, Kemal’in bir başka özelliği umudu olabildiğince elinden bırakmamaya çalışmasıdır eserlerinde.
Umut, insanı anlamakla varlığını sürdürebiliyor bence. Onun insanları anlama çabası yazılarındaki karakterlere, iyi ya da kötü olsun, tarafsız durmaya çalışmasında belli eder kendini. Sanırım, insan karakterinin bulunduğu koşullarla şekillendiğinin bilinci bu anlayan bakışı yaratmıştır onda. Ünlü Cemile romanında İzzet Usta karakterini şöyle konuşturur:
“İnsanlara kızmamaya alışın. İnsanlar kızılmaya değil, acınmaya ve sevilmeye muhtaçtırlar. Hastasına kızmayan bir doktor olmaya çalışın. Ekmeğinizi alnınızın teriyle kazanın, kitaplar satın alın, bol bol okuyun.”
Orhan Kemal sevip de “Kanlı Topraklar” romanını bilmeyen yoktur sanırım. Romanın karakterlerinden, malı mülkü boş vermiş Hakkı Bey’in ağzından bize aktardığı şu cümleleri insan evladının hatalı üretim olduğunu, hatalı üretimin tamir edilmesi gerekliliğini hatırlatır hep bana.
“Yeryüzünde insanlar ve insanların uydurma hukuku, bu uydurma hukukun tapu senetleri yokken bu topraklar gene vardı. İnsanlardan çok önce var olan bu topraklar, insanlardan önce, şimdikinden çok daha şen ve esendiler herhalde. O zamanlar da topraklar üzerinde sert rüzgârlar eserdi. Kim bilir nerelerden aldıkları tohumları bu şen ve esen topraklara getirip saçar, şen ve esen topraklar da onları bağırlarına sımsıkı alarak, yağmur ve güneşin yardımıyla çimlendirirlerdi. Çimlenen tohum boy atar, toprağın yüzüne çıkar, ürününü vererek yeryüzünü mutlu bir kardeş sofrası halinde bezerlerdi.”
Onun; renk, dil, din, ırk, cinsiyet gözetmeden bütün insanları kucaklamak isteyen hümanizmini yine Cemile romanındaki şu sözleriyle görüyoruz:
“Boşnakça bir halk türküsüydü bu. Bu türküde bir Avşar kilimindeki renklerin cümbüşü vardı. Bu türküde hasret vardı, bu türküde arzu, bu türküde aşk… Bu türkünün motifleri Hint’de, Çin’de, Kazablanka’da, New York’da, Po Vadisi’nde, Güney Amerika Bozkırları’nda, Orta Anadolu’da da vardı. Bu türkü insanlığın hasretlerini, arzularını belirten nakışlarla işli bir türküydü…”
Edebiyat, resmi yollarla bize yutturulmaya çalışılan resmi tarihe karşı elimizdeki en önemli kanıtlardan biridir. Edebiyat ya da genişletirsek sanat nesillere gerçek insanlık tarihini aktarır. Daha dün hepimizi derinden sarsan bir olay oldu. Soma’dan söz ediyorum. Orada bir cinayete, üstelik taammüden işlenmiş bir cinayete kurban giden yüzlerce işçi. Kemal’in romanlarındaki kahramanlardandılar. Eminim bir başka yazar çıkacak ve yaşananları çıplak gerçekliğiyle tarihe aktaracaktır.
Resmi kayıtlara kalırsak bırakın tarihe gerçeği aktarmayı, yaşadığımız günde, şahidi olduğumuz olaylar, gözümüzün içine baka baka nasıl da gerçek dışı anlatılıyor, hepimiz izliyoruz. Geçenlerde bir arkadaşımızın dediği gibi, geleceğe bir nebze olsun umut bırakmak için çabalıyoruz hepimiz. Düzenlediğimiz anma günleri, basın bildirileri, mitingler… Bırakmadık, ayaktayız, çabalıyoruz, insanız, insan kalmaya çalışıyoruz diyoruz bir bakıma… Orhan Kemal de bunu yazarak yapmıştır.
Yaşasaydı demek istemiyorum. Sanatçılar geriye bıraktıkları ürünlere sahip çıkıldıkça, okundukça, elden ele geçtikçe yaşarlar zaten. Evet, Orhan Kemal 100 yaşında… Saygıyla, sevgiyle anarken kendisini, yine kendi sözleriyle noktalıyorum.
“Eşe Dosta Selam. İnandığım doğruların adamı oldum. Böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir…”
Filiz Engin
Dünyalılar