Yansımalardan Ürettiğimiz Yanılsamaların Tarihi: “Aynanın Tarihi”
“Aynanın yardımı olmadan, özellikle başkalarının bakışları aracılığıyla tanınan bir yüz, bir bedenle nasıl yaşanıyordu? Yüzünü ilk kez gören birinin şaşkınlığını hayal edin!
“ Yansıyan yüzünü sadece pınarların suyunda gören ilkel insan, birkaç kuruş değerindeki bir ayna için bütün servetini verirdi.”[1]
Bir 18 yy Kore masalı, senaryonun tüm safhalarını tüm tazeliği içinde aktarır: Masal, yoksul bir kapkacak satıcısını ve tek düşü bronz bir aynaya sahip olmaktan ibaret olan karısının yaşadıklarını anlatır.
“Kadın özlemini çektiği eşyaya kavuşunca çerçeve içinde hiç tanımadığı bir yüz keşfeder. Kocası tek başına dönmüştü ama yanında ayakta duran bir hanım görür. Aikumonina? Kim bu kaltak? Bayan Pak kendisini ilk kez görüyordu ve kocasının yanındaki kadının kendisi olduğunu anlayamıyordu. Kavgalar, çığlıklar, küfürler. Çift ayrılmak için valiye giderler ve tartışmaya konu olan eşyayı da götürürler yanlarında. Ve vali de bu büyülü alette üniformalı bir memur görür. Yerine geçecek olan görevli mi gelmiştir. O halde görevden alınmıştır.” Abartılı bir hikaye olarak anlatılan ilk tanışma biraz böyledir.
Aynaya bakmanın birçok şekli vardır: korku, utanç, neşe, zevk, meydan okuma. İnsan aynada benzerlik ve farklılık, soyaçekim ya da yabancılık arayabilir. Aynalı odalara alışık olan 18 yy insanı (Avrupa) yansımanın şeytanla ilişkili olduğuna inanan 12 yy insanı gibi görmez kendini aynada. Ben’in simgeleştirilmesi hem olmak hem de gözükmek olan bir insan düşüncesine bağlıdır.
Lacan’a göre insanın üçüncü bir kişinin bakışları altında içini ve dışını keşfettiği ayna evresi yüzyıllara yayılmıştır. İnsan her zaman aynıdır ve bir başkasıdır, kendisine benzer ve farklıdır, birçok yüzü vardır. Ayna çağımızın en sıradan objesi olmasına rağmen büyülü, gizemli ya da yaratıcı gücünü korumaktadır: “Çatlak aynanda hangi sırrı arıyorsun?” diye sorar kendine G. Perec’in hüzünlü bakışlarını aynaya dikmiş kahramanı.”[2]
Venedik Sırrı
Yunan mitolojisinde aynayı maden tanrısı Hephaistos’un icat ettiğine inanılır. İnsanın ilk aynası doğadır. Su, doğal taşlar, madenler birer yansıtıcı olarak kullanılmıştır. İÖ 5 yüzyıl antik kapkacaklarında saplı, ya da ayaklı, küçük, parlak kimi zaman sırtları mitolojik sahnelerle süslenmiş aynalar görülür. Aynalar çoğunlukla gümüştür, nadirde olsa altın aynalara da rastlanmıştır.
Varlıklı Romalı kadınların da vazgeçemedikleri bir objeydi ayna; bu bağlamda isyan eden Seneca şu tespiti yapmıştır: “Kadınlar bu altın ya da gümüş işlemeli, değerli taşlarla süslü aynalardan birine sahip olabilmek için eskiden devletin yoksul generallerinin kızlarına verdiği çeyiz değerinde bir değer ödemeye razıydılar.” Ve Seneca odasının duvarlarında birkaç parça parça cam tabaka bulunmayan biri fakirdir diyebiliyordu. Çatalhöyük kazılarında elde edilen ilk ayna 9000 yıllıktır. Mısır, Galya, Anadolu, Germenia kaynaklı kazılarda, 2-7 cm arası tuvalet aynasından ziyade süs eşyası, nazarlık gibi küçük aynalar bulunmuştur. 13 yüzyıldan itibaren Avrupa’da (Basel) küçük şişkin aynalar üretilmiş ve Cenova’ya ihraç edilmiştir. Bu aynalar küçük boyutlarda oluyor ebatları büyüdükçe görüntüyü oldukça bozuyorlardı.
O dönemde bilim ve mucize sıkı biçimde iç içe geçmiştir. Ayna, bir tür simya olarak müthiş bir icattır. Modern aynaya en yakın aynayı Fenikelilerin bulduğu ama Venediklilerin geliştirdiği düşünülür. Cam ayna üretimi ise Venediklilere mi ait hala belirsiz. “Venedikliler bir yandan silindir üfleme tekniğini mükemmel biçimde uygularken bir yandan da kalay ve cıvayı karıştırarak sırlama tekniğini geliştirdiler ve tanrısal bir güzelliği olan, saf ve bozulmaz eşyayı aynayı elde ettiler.”[3] Ama 16 yy’da Venedikli iki ayna ustasının sanatlarını rahat icra edebilmek için prensten 25 yıllık imtiyaz istedikleri bilinir. Uzun bir süre bu zanaatkarlar sanatçı olarak görülmüş korunulmuş hatta soylu ailelerin kızlarıyla evlenme haklarına sahip olmuşlardır. Ayna üretimi maliyetli bir çaba olsa da tam 200 yıl boyunca Venedik’i büyük ölçüde zenginleştirmiştir. 16 yy’da küçük çelik aynalar sıradan objelerken, Venedik aynaları çok zor bulunuyorlardı. Hatta ölüm sonrası yapılan mal sayımında aynalar değerli eşya olarak ekleniyordu. 17 yüzyılda ise soylular arasında bir ayna çılgınlığı yaşanmıştır. Hatta aynalı odalar modası çok yaygındır.
“ Paris’te 1581-1622 arasında gerçekleşen 248 ölüm sonrası mal sayımında sadece otuz yedi ayna vardır, bunların 7’si Venedik camındandır ve 28’i de tunç, bakır, çelik, laciverttaşı karışımıdır.”[4]
“Anadolu’da 12. ve 13. yüzyıllara tarihlenen, gerek teknikleri, gerek süslemeleri, bakımından birbirine benzeyen Selçuklu aynaları kullanılmış, bu tür aynalar İran, Batı Türkistan, Mezopotamya’da da görülmüştür.”[5] Yine Evliya Çelebi metinlerinde ayna esnafından sıklıkla bahseder. Ama sonraki yıllarda daha iyi yansıtma özelliğine sahip ithal aynalar tercih edilmiştir.
Bugün evlerimizde kullandığımız aynaların bir zamanlar casus, polis, mafya ilişkilerine konu olduğu hiç aklınıza gelir miydi?
Fransa, ayna üretimini ülkesinde yaygınlaştırmak adına bazı çalışmalar yapar. Ülkedeki küçük çaptaki cam atölyelerini koruyucu önlemler alır. Fransa, Venedikli ayna ustalarını Venedik hükümetinin tüm engellemelerine rağmen ekipmanlarını yanına alamadan Fransa’ya getirirler. Soyluluk ünvanı ile ödüllenen ustaların hayatı, iki ülke arasındaki gerginliklerle geçer. Bu durum tüm çalışmaların başarısız bir girişim olarak sonlanmasına neden olur. Fransa küçük işletmeleri desteklemekten vazgeçer ve devlet eliyle 1662’de Kraliyet Mobilya ve Süs Atölyesini açar. Atölye ilk 3 haftada 2 ölü verir. Olağanüstü casusluk olaylarının geçtiği atölyede zehirlenmeler, grevler, kavgalar vs. bitmez. Sağ kalan ustalar ülkelerine dönmek zorunda kalırlar.
Venedik ciddi kar getiren bu tekelden kolay kolay vazgeçmek istemez. Farklı ülkeye geçenler vatan haini ilan edilir mallarına el konulur hatta gidenlerin yakınları tutuklanabilirdi. “Venedik, göçmenlere gizlice baskı yapmaktan vazgeçmemektedir: vaatler, tehditler, ajanlar, sahte mektuplar, her şey vardır.”[6] Ama Fransa’nın geç de olsa çabası sonuç vermiştir ve 1670’den itibaren deneme yanılma yoluyla kaliteli aynalar üretmeye başlamışlardır. Versailles Aynalar Galerisi 1862 de halka tanıtıldı. Galeriyi gezen biri şu ifadeleri kullanmıştır:
“İhtişam zenginlik ve ışık dolu bir büyü, bir yığın aynayla bin kez çoğalan ve ateşten daha parlak ufuklar yaratan bir büyü; içinde binlerce parlaklığın yer aldığı bir büyü. Bütün bunlara sarayın ihtişamını ve taşların parlaklığını ekleyin.”
Tüm sıkıntılı tarihine rağmen aynanın ihtişamı böyle bir tablo çizer Fransız saraylarında. Ama üretimi koruma sırası bu kez Fransa’ya geçmiştir. Sıkı önlemlerle Venedik’ten ayna ithalatını yasakladılar. Tüm yasaklara rağmen kaçakçıların tükenmez azmi 1700’lü yıllarda Fransa’nın güneyini Venedik aynalarının istilasına uğratır. Ayrıca Fransa, cam üzerindeki bilgisini de diğer ülkelerden çok fazla saklayamaz. Kısa zamanda Avrupa’nın pek çok merkezinde ayna üretimine başlanabilmiştir.
1752’den itibaren sodyum tuzu kullanımı ve odun yerine kömüre geçilmesi üretimi biraz daha kolaylaştırır. Cıva’nın zararlı etkilerine karşı ise 1850’de gümüş kaplama tekniği geliştirilmiştir. 19 yy’da sanayinin modernleşmesi ile cilalama, parlatma ve fırınlamada makineler kullanılmaya başlanmıştır.
Aynanın Zamana Göre Değişen Anlamı
Sokrates’de aynalar ‘kendini tanı’ düşüncesinin destekleyici unsuru gibidir. Güzelsen buna layık mısın? Çirkinsen bu eksiğini tamamlayabiliyor musun? Diogenes sarhoş olanlara, Seneca ise öfkeli olanlara bir ayna verilmesi gerektiğini ve kendilerini orada görmeleri gerektiğini önerir. Ayna bir tür eksiklikleri, kusurları tamamlayan eğitici bir araç gibidir. Bir yüzleşmedir. Kendisine sadakatsizlik gösteren sevgilisini her tarafı aynalı bir odada hapseden adam, haftanın sonunda kadının çıldırdığına şahit olur. Suçluluk aynalı odada saklanamaz.
Ortaçağın aynasını din şekillendirir. İnsanın bedenini reddetmesi ve aynadaki görüntüsünü unutması öngörülür. Tek gerçek varlık tanrıdır ve insanların tanrıyı görebilecekleri ayna, kutsal kitaptır. İnsan kendini ancak bu aynadan bakınca güzelleştirebilecektir. Ayna tehlikeli bir temaya sahiptir. İnsanın kedine bakması kibirdir. Kendine aşık olan insan, tanrının yüceliğini unutur. Oysa alçakgönüllülük insanı tanrıya yakınlaştıran temel unsurdur. Manastırda aynalar uzun süre yasaklanmıştır. Neredeyse bu çağda aynalar şeytan icadı olarak algılanmaktaydı.
Rönesans aynası ise kendini ve her şeyi gören gözdür. Biraz kendiyle buluşma biraz dünyaya bakıştır. Sanat, dünyanın aynasıdır. Yaşamdaki gizli, yalın, renkli, zengin ne varsa sanat yansıtır. Hatta aynalar sıklıkla sanata bizzat dahil olur. Bu dönemin aynası güzele tutkundur. Dolaysıyla ayna; kusurları düzeltme, ruhun çirkinliklerinden uzaklaşma fırsatı verebilir. Gerçeklik ile yanılsama arasında mesafeyi açan bir tavırdır bu. Tüm çirkinlik ve güzellikleriyle dolu olan benden görünmek istenen ‘ben’e yol alınır. Vurgu; Ruhtan bedene, doğaldan yapaya, saydam olandan parlak olana kayar.
18 yy’da moda ihtiyaçları değiştirmiş aynalara giderek yaygınlaşmıştır. Klasik çağ parlak, cilalı bir dönemdir. Hata iyi bir reklamcı şu ifadeleri kullanır: “İnsanlar Paris’te taşraya göre neden daha kibardır? Çünkü taşrada az ayna vardır.”[7] Sokrates’in önerdiği aynanın içe bakış kullanımı giderek adap-ı muaşeret kurallarına uymak özelliği ile kullanılmaya başlanmıştır.
Aynalar özellikle şehirdeki evlere genişlik, ferahlık verir. Ama taşrada yaşayanlar bile kısa süre sonra ayna modasına uyarlar. İki pencere arasına, kapı arasına, şöminelerin üstüne konan aynalar hatta aynalı dolaplar… “Geçen yüzyılda Paris’te kiralık daire ilanlarında ‘aynalı’ ifadeleri görülüyordu.”[8] Çok pahalıya mal olan ayna çılgınlığı giderek sıradanlaşır.
Ayna ile ortaya çıkan parlaklık ona bazı kötücül güçler de yükler. Ayna kırılması uğursuzluk olarak algılanır. Büyücülerin aynayı kullanarak kötü işler yaptığı düşünülür. Aynaya kapatılan ruh figürü oldukça yaygındır. Ayna genellikle histeri, hipnoz ve düş görülerinin merkezinde olur. 19 yy başında bir falcı, aynanın karşısına oturttuğu müşterilerine hipnoz uyguluyordu. Ayna karışıklık, delilik tarzı bir yabancılaşmayı simgeler.
20 yy’ın aynası kırık, boş bir ayna Sabine Melchior’e göre. Özneliğin parçalandığı, bilinçaltının keşfedildiği, inanılırlığın yitirildiği bir evre. Her gün bol bol yansıma akını altında bir kimlik arayışındadır birey. Aynanın kendisi değil kırıkları hakimdir artık.
“Ben aynalara benzeyen o talihsizim
Yansıtabilen ama göremeyen aynalar
Gözüm onlar gibi boş ve dolu
Senin yokluğundur onu kör eden”[9]
Kendimize ulaşmak mı? Aynayla ya da değil çok uzakta. Aynalar, resimler, başkaları… Hiç biri anlatamaz bizi bize. Bir ayna ne gülüşümüzü ne acılarımızı gösterir. Ayna karşısında gülmeyiz ya da ağlamayız da zaten. Yansımamaza anlatabileceğimiz çok şey yok. Zaten kendimize ulaşma çabamız fiziksel özelliklerimiz ilgili olduğunda bir yansımaya saplanmak tehdidi ile karşı karşıya kalırız. İnsanın muhtemelen “kendini tanı” ile başlayan ayna ile ilişkisi kibire, hayale, giderek çılgınlığa dönüşmüştür. Ayna bir tehdit, ayna bir yüzleşme, ayna bir sır, ayna bir kavga…
“Aynasız hayat düşünürsek hayatı yarım düşünmüş oluruz”[10]
“İnsanı aynasının karşısında düşünmek ve onun iki yüzünü keşfetmek gerekiyor.”[11]
Hediye Ekinci Çınar
Dünyalılar
[1] Aynanın Tarihi, Sabıne Melchore-Bonnet, Dost Kitapevi, O. Perrin, sf.93
[2] Aynanın Tarihi, Sabıne Melchore-Bonnet, Dost Kitapevi
[3] Aynanın Tarihi, Sabıne Melchore-Bonnet, Dost Kitapevi, sf.22
[4] Aynanın Tarihi, Sabıne Melchore-Bonnet, Dost Kitapevi, s. 39
[5] Secda Saltuk, Geçmişten Günümüze Ayna, Her Alanda Her Anlamda, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, s.75
[6]Aynanın Tarihi, Sabıne Melchore-Bonnet, Dost Kitapevi, s. 49
[7] J. Eymard, le mirioir dans la poesie, s. 189
[8] Aynanın Tarihi, Sabıne Melchore-Bonnet, Dost Kitapevi, s. 85
[9] Le fou d’elsa, aragon, Aynanın Tarihi, Sabıne Melchore-Bonnet, Dost Kitapevi, s.202
[10] David Hockney
[11] Aynanın Tarihi, Sabıne Melchore-Bonnet, Dost Kitapevi, s. 97