20 Temmuz tarihe adını yazdıran Büyük İskender’in doğum günü. Aynı zamanda dünyanın yedi harikasından biri olarak sözü edilen Artemis Tapınağı’nın yakıldığı gün.
Söylenti, tapınağın tarihe geçmek için bir deli tarafından yakıldığı.
Derler ki tapınağın yanması pek doğaldır çünkü güzeller güzeli Artamis o gün İskender’i doğurmakla meşguldür.
O gece, Mekodanya’da bir yıldızın diğer yıldızlara göre daha çok parladığını söylerler.
Ama daha da ilginç olanı, o günün, İskender’in doğuşuyla tapınağın yanması arasında bir paralellik kurularak halk tarafından uğursuz bir gün olarak anılması, büyük bir felaketin habercisi olarak yorumlanması.
Gerçekten böyle bir uğursuzluk böyle bir felaket vuku buldu mu acaba?
Sanırım “evet” denilebilecek bir olay. Çünkü Büyük İskender Makedonya kralı olduğunda 20 yaşındaydı ve kral olduktan sonra o zamanki dünyanın yarısını 13 yılda fethetti ve hiçbir zaman yenilgiye uğramadı.
Büyük İskender’i kimileri için uğursuzluk boyutuna yükselten, onun okumaya ve öğrenmeye meraklı bir çocuk olarak büyümesi. Bu ilgiyi onda oluşturan hocası Aristo. Aristo’yu babası kadar sevdiğini söyler İskender: “Biri bana hayat verdi diğeri yaşamak sanatını öğretti” der.
Bir gün seferdeyken ona bir mektup yazar:
İskender’den Aristoteles’e selam;
“Bana ağızdan öğrettiklerini yayınlamakla iyi yapmadın. Çünkü bizim edindiğimiz bilgiler herkesin malı olursa başkalarından ne farkımız kalır? Gücümden çok bilgimle üstün gelmek isterim…”
İskender öğretmeni Aristoteles’den yalnızca ahlak ve politika dersleri almakla kalmaz felsefe de öğrenmek ister. Çağın bütün felsefecilerini yanına çağırır. Öyle ki, her sefere çıktığında yanına okuyacak pek çok kitap ve felsefeci aldığı söylenir.
Yine böyle bir sefere çıktığında yolu Korintos’a (Bugünkü Sinop yarımadası) düşer. Ününü bildiği Sinoplu filozof Diogenes’in de kendisini karşılamaya geleceğini umar. Karşılamada onun bulunmadığını görünce kalkıp yaşadığı yere gider. Diogenes, büyükçe bir şarap fıçısının önünde güneşe uzanmış yatmaktadır. Büyük bir kalabalığın kendisine doğru geldiğini görünce toparlanır, önde gelen iskender’e doğru bakar. B. İskender yanına varınca:
“Benden bir isteğin var mı?” diye sorar ona, saygıyla.
Diogenes “var” der. “…Önümden çekil de gölge etme, başka ihsan istemem.”
İskender, filozofun bu sözlerinden hayli etkilenir kendisini küçük gören bu adamın gösterdiği gurura, vakara şaşırmıştır.
İskender’in yanındakiler gülmeye ve adamla alay etmeye başlayınca, onları susturur ve şöyle der: “İskender olmasaydım ben de Diogenes olurdum” (Büyük İskender Hayatı Ve Savaşları (Rado Yayınları Syf.33)
Bu hayat, büyük başarılar elde etmiş, adını tarihe yazdırmış, içinde güç ve hırs barındıran, ün ve nam salmış, bir ülkeyi bir halkı yönetenler için her daim yalıtıktır. Hatta yalnızlıktır, korku çeperidir. Krallar, devlet adamları, din adamları, herkes üzerinde bu kumaşı şöyle ya da böyle bulundurur. Herkesin birbirinin düşmanı, herkesin herkese karşı savaş halinde olmasının altında yatan temel etken budur.
Ünlü siyaset kuramcısı Thomas Hobbes, “Leviathan” adlı kitabında, bu duruma dair şöyle bir tespitte bulunur: “….Başkalarını aşağılamamak, herkesin bir başkasını doğal olarak eşiti kabul etmesi, hak ve adalete uygun davranmak, hakem kararına rıza göstermek…” Özetle, “Başkası tarafından sana yapılmasını uygun bulmadığın bir şeyi sen de başkasına yapma” demek istemiştir.
İskender, öğrendikleri ışığında bunu ilk fark eden ve buna göre davranan tarihi kişiliklerden biriydi. Filozoflara (Diogenes gibiler) gelince, onlar zaten ruhlarının akılsal yönüne uyan insanlardır ve onlar için yasalara uymama diye bir şey söz konusu değildir.
Platon’un, “Devlet Adamı” adlı yapıtında (hocası Sokrates’in yargılanmasına istinaden), çok önceden bu duruma cevaz veren görüşler ileri sürdüğü bilinir. Bir dönem İslâm dünyasında ortaya çıkan düşünce hareketlerinde, örneğin Farabi’nin El-Medinetü’l Fâzıla’sında dahi göndermede bulunulur bu devlet adamlığı ilkesine.
Şimdi biri çıksın bana desin ki, bu ülkeyi 20 yıldır yöneten kişinin (Partinin demiyorum!) külliyede, çalışma masasında, şu… şu düşünce ve felsefe kitapları vardı, ya da şunları… şunları okurken gördüm.
Bu bir ölçüdür ve haklı bir kıyaslamadır. Sadece Kur’ân-ı Kerîm’in ortaya koyduğu iman esaslarını ve ahlâk ilkelerini okuyarak, bu ilkeleri kelam edinerek veya kulak dolgunluğu yaparak, elinde İncil’i sallayarak devlet adamlığı yapılmaz, yapılamaz.
Ne diyordu Şair Villon:
“Söyle bir zamanlar o kadar asil olan Süleyman?
Veya o mağlup önder Samson nerede?
Veya yüzüne bakıldığı vakit insanı hayran eden Abşelon nerede?
Veya o çok sevimli tatlı Yonatas nerede?
Yüce imparotor Ceasar nereye gitti?
Veya aklı fikri hep yemekte olan o muhteşem zengin nerede?
Söyle o belagatiyle meşhur Ciçero nerede?
Nerede o eski çağın eriyen karı?”
Ne diyordu Platon:
“Ya filozoflar devlet başkanı olmalı ya da devlet adamları felsefe öğrenmelidir”
Osman Günay
“Gösteriş Budalalığı ya da Züppelik” başlıklı yazımızı da okumak isterseniz…
Dünyalılar