Kısa notlarla yakın tarihimizde yaşanan, çarpıcı bazı gelişmeleri hatırlayalım…15 Eylül 1970’de Vo Anh Khanh tarafından çekilen bu fotoğrafta, bir bombardıman sırasında yaralanan Dan Son Huol adlı Kamboçyalı bir gerilla, Cha Mau Yarımadası’ndaki tropik bir bataklıkta oluşturulan eğreti bir ameliyathaneye getiriliyor.
Barış sembolü ilk kez 1958 yılında İngiltere’de, Nükleer Silahsızlanma Kampanyası (CND) tarafından kullanıldı. Sonradan 1960’ların savaş-karşıtı hareketi tarafından uluslararası bir amblem olarak benimsendi. Bu sembolü profesyonel bir tasarımcı olan Gerald Holtom tasarlandı ve 21 Şubat 1958 tarihinde tamamladı. Holtom bu sembolü, Nükleer Silahsızlanma Kampanyası’nın Londra’dan, nükleer silah araştırma tesisinin bulunduğu Aldermason’a düzenlendiği dört günlük yürüyüş için tasarlamıştı. Bu sembol bayrakla işaretleşme dilindeki “N” ve “D” harflerinin birleşmesinden oluşuyor. Bu iki harf “Nükleer Silahsızlanma” anlamına gelen “Nuclear Disarmament” sözcüklerinin baş harflerine işaret ediyor. Bayrakla işaretleşme dilinde “N” harfi bayrakların aşağı doğru tutulmasıyla oluşturulurken, “D” harfi ise bir bayrağın aşağı ve diğer bayrağın ise yukarı doğru tutulmasıyla oluşturuluyor.
Doğu Almanya sınırını 13 Ağustos 1961’de Berlin Duvarı’yla kapatalı üç gün olmuştu. 19 yaşındaki Hans Conrad Schumann Ruppiner ve Bernauer caddelerinin köşesinde Berlin Duvarı’nın inşasını gözetiyordu. İnşanın o aşamasında Berlin Duvarı yüksek olmayan bir dikenli telden ibaretti. Batı tarafındaki insanlar ona Komm rüber! (“buraya gel”) diye bağırırken Schumann dikenli telin üzerinden atladı ve orada bekleyen bir Batı Berlin polis arabası tarafından son hızla oradan uzaklaştırıldı. Fotoğrafçı Peter Leibing, Schumann’ın tüfeğini atıp kaçışının fotoğrafını yakaladı. 1961 yılında Overseas Press Club’ın En İyi Fotoğraf Ödülü’nü kazanan bu fotoğraf Soğuk Savaş’ın kalıcı imgelerinden biri haline geldi. Schumann Berlin Duvarı’ndan kaçarak Batı Almanya’ya geçmek isteyen son kişi olmadı. Berlin Duvarı’nın inşa edilmeye başladığı 13 Ağustos 1961’den Duvar’ın yıkıldığı 9 Kasım 1989’a kadar geçen 28 yıl boyunca 5000’e yakın kişi Berlin Duvarı’ndan Batı Almanya’ya kaçabilmeyi başardı. Ama herkes bu kadar şanslı değildi. Aynı tarihler arasında 171 kişi Berlin Duvarı’ndan Batı Almanya’ya kaçmaya çalışırken öldü veya öldürüldü.
26 Nisan 1986’da, o dönemde Sovyetler Birliği’nin bir parçası olan Ukrayna’daki Çernobil Nükleer Santrali’nde dünyanın en büyük nükleer felaketi yaşandı. Santralin dördüncü reaktörünün çekirdeği eridi ve yaşanan patlama ve yangın sonrasında atmosfere çok büyük miktarlarda radyoaktif madde yayıldı. Radyoaktif kirlilik Sovyetler Birliği’nin batısını ve Avrupa’yı önemli ölçüde etkiledi. Bütün totaliter ve otoriter devletlerin otoritelerini sarsacak bu türden durumlarda sık sık yaptıkları gibi, Sovyet yöneticileri önce bu olayı ülke ve dünya kamuoyundan gizlemeye çalıştılar. Ama Çernobil’den 1000 kilometre uzaklıkta İsveç’te radyasyon seviyesinin çok yüksek düzeye çıkmasının ardından, bir nükleer kaza olduğunu kabullenmek zorunda kaldılar. Nükleer Santralin çevresinde 30 kilometre çapında bir alan boşaltıldı. Nükleer santralden sadece 3 kilometre uzaklıkta bulunan Pripyat da boşaltılan yerlerden biri. Yaklaşık 50 bin kişinin yaşadığı Pripyat bugün artık terkedilmiş bir hayalet şehir. Ve burası yüksek radyasyon düzeyi yüzünden 24 bin yıl boyunca bu şekilde kalacak.
Uzun Yürüyüş, Çin Komünist Partisi’nin sonradan Halkın Kurtuluşu Ordusu adını alacak olan Kızıl Ordusu’nun gerçekleştirdiği büyük çaplı bir geri çekilme harekâtıdır. O sırada Çinli komünistler Mao’nun önderliğinde Çin Milliyetçi Partisi Komintang’ın ordusuna karşı savaşıyordu. Gerçekte Uzun Yürüyüş bir tane değildi. Güneydeki çeşitli Komünist orduları kuzeye ve batıya doğru çekildi. Bunlar içerisinde en bilineni Ekim 1934’te Jiangxi eyaletinden başlamış olanıdır. Çin Sovyet Cumhuriyeti’nin Jiangxi eyaletinde bulunan Birinci Cephe Ordusu’nun Chiang Kai-shek’in birlikleri tarafından tümüyle imha edilmesine ramak kalmıştı. Bunun üzerine Mao Zedong ve Zhou Enlai komutası altındaki komünistler batıya ve doğuya doğru dolambaçlı bir çekilme harekâtı başlattılar. 370 gün boyunca 12,500 kilometre yol kattettikleri söylenir. [Bu mesafenin ne kadar olduğunu kafanızda canlandırabilmeniz için Türkiye’nin batıdan doğuya uzunluğunun yaklaşık 1600 kilometre olduğunu burada hatırlatalım.] Batı’ya doğru izledikleri rota Batı Çin’in en engebeli arazileri üzerinde yer alıyordu. Ordu daha sonra Kuzey’e, Shaanxi’ye doğru rotasını çevirdi. Büyük zorluklarla gerçekleşen Uzun Yürüyüş’ü Jiangxi’den yola çıkan yaklaşık 100 bin askerin sadece onda biri tamamlayabildi. 1937-1945 yılları arasında süren İkinci Çin-Japon Savaşı sırasında Milliyetçiler ve Çinli Komünistler birbirleriyle çatışmayı kestiler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Komünistler Komintang’ı Çin’den çıkararak Tayvan’a sürdüler. Çin Halk Cumhuriyeti’nin 1949 yılında kurulmasından bu yana Uzun Yürüyüş Çin Komünist Partisi’nin güç ve direncinin simgesi olarak yüceltildi. Uzun Yürüyüş Mao’nun Çin Komünist Partisi’nin liderliğini sağlamlaştırdı. Uzun Yürüyüş içerisinde yer alanlar aynı zamanda Çin Komünist Partisi’nin önde gelen liderleri arasında yer aldılar.
Mahatma Gandi, 26 Ocak 1930’da Hindistan’ın bağımsızlığını ilan ettikten sonra Şubat 1930’da barışçıl siyasi protestosunun merkezine İngiliz tuz vergisini koydu. İngiliz tekeli, Hintlileri tuz için maliyetinden yüzde 2000 daha fazla ücret ödemeye zorluyordu.Ve tuzun İngiliz hükümetinden başkasınca satılması ve üretilmesi büyük bir suçtu. 24 Mart 1930’da sabah duasından hemen sonra Gandi ibadethanesinden çıkarak o güne kadarki en cüretkâr protestosuna tanıklık etmek için toplanmış binlerce kişiyi selâmladı. Çok geçmeden bambudan yapılmış bir sopaya yaslanarak dolambaçlı ve tozlu yolda yolculuğuna başladı. Hedefi 386 kilometre uzaklıktaki Dandi’ydi. Yürüyerek 25 gün süren bir yolculuk sonunda buraya varacak ve tuz vergisini hiçe sayarak bir parça tuz toplayacaktı. Kendisini izleyen binlerce Hintli köylü de deniz kıyısına giderek kendilerine tuz topladılar. Bu olay Gandi’nin İngiliz İmparatorluğuna karşı sivil itaatsizlik kampanyasının başlangıcını oluşturuyordu. Hindistan uzun bir mücadele sürecinin ardından 15 Ağustos 1947’de bağımsızlığına kavuştu.
Hiroşima’nın 6 Ağustos’ta ve Nagasaki’nin bundan üç gün sonra, 9 Ağustos 1945’te atom bombalarıyla bombalanması, İkinci Dünya Savaşı sonlarında ABD Başkanı Harry Truman’ın emriyle Birleşik Devletler tarafından Japon İmparatorluğu’na yönelik iki ayrı nükleer saldırıydı. Diğer Japon şehirlerinin 6 ay boyunca yoğun bir şekilde bombalanmasının ardından Japonya’ya bir ültimatom verilmiş ve bunun Showa rejimi tarafından reddedilmesi üzerine “Little Boy” adlı nükleer bomba 6 Ağustos 1945 Pazartesi günü Hiroşima şehri üzerine atıldı. Ve bunun ardından 9 Ağustos 1945 günü “Fat Man” adı verilen nükleer bomba Nagasaki üzerinde patlatıldı. Bunlar o günden bugüne kadar savaş tarihindeki tek nükleer saldırılar oldu. Bombalar 1945 yılı sonu itibariyle Hiroşima’da 140 bin kişinin ölümüne ve Nagasaki’de ise 80 bin kişinin ölümüne sebep oldu. Her iki şehirde de ölenlerin çoğunluğu sivillerden oluşuyordu. Nagasaki’nin bombalanmasından 6 gün sonra, 15 Ağustos 1945’te Japonya Müttefik Güçlere teslim olduğunu açıkladı ve teslim anlaşmasını 2 Eylül 1945’te imzaladı. Bu şekilde Pasifik Savaşı ve dolayısıyla İkinci Dünya Savaşı resmen sona ermiş oldu. (Almanya, Avrupa’daki savaşı sona erdiren teslimiyet anlaşmasını 7 Mayıs 1945’te imzalamıştı.)
Hitler’in, Avrupa’yı Yahudilerden arındırmayı amaçlayan “Nihai Çözüm”ün ilk aşaması olarak, Almanlar işgal ettikleri her yerde, Yahudilerin toplumdan tecrit edildiği gettolar oluşturdular. 1942 yılında Hitler yahudi gettolarının tasfiye edilmesine karar verdi ve 18 ay içerisinde 2 milyondan fazla yahudi ölüm kamplarına gönderildi. Varşova gettosunda ise yaklaşık 300 bin erkek, kadın ve çocuk Treblinka ölüm kampına götürülerek burada öldürüldü. Böylece Varşova gettosunda 55 ila 60 bin arasında yahudi kaldı. Nisan 1943’te Yahudiler başka bölgelere yerleştirilmek üzere götürüldükleri söylenen soydaşlarının gerçekte ölüm kamplarında öldürüldüklerini öğrendiler. 18 Ocak 1943’te bir grup Yahudi’yi daha gettodan götürmeye gelen Naziler silahlanmış olan gizli Yahudi Muharebe Örgütü’nün beklenmedik direnişiyle karşılaştılar. Yaklaşık 50 Alman askeri ile çok sayıda Yahudinin öldüğü dört gün süren sokak çarpışmaları sonrasında Almanlar geri çekildiler. 20 Nisan 1943’te SS şefi Heinrich Himmler Yahudilerin Varşova gettosundan tümüyle tahliye edilmesi için bir harekat başlattı. Bu şekilde Varşova Gettosu Ayaklanması başlamış oldu. Siviller saklanırken, 750 kadar Yahudi direnişçi ellerindeki üç-beş silahla 2000 ağır silahlı ve iyi eğitimli Alman askerine karşı silahlı mücadeleye girdiler. Tanklar ve alev makineleri kullanan Alman birlikleri gettodaki binaları bloklar halinde yakıp yıkarak, yerle bir ederek ilerlediler. Yahudilerin direnişi 16 Mayıs 1943’e kadar sürdü. 28 gün boyunca süren direniş sırasında 13 bin Yahudi öldürülürken, ele geçirilen 50 bin Yahudi de toplama ve ölüm kamplarına gönderildi. Varşova Gettosu Ayaklanması, Holokost boyunca Yahudilerin toplu bir direniş gösterebildikleri tek ayaklanma olmasıyla önem taşıyor.
Führer ve Duce’nin bir çok fotoğrafı var, ama yukarıda gördüğünüz fotoğraf diğerlerinden çok farklı. Heinrich Hoffmann tarafından 1944 yılının Ağustos ayında çekilen bu fotoğraf Hitler ve Mussolini’yi çöküş günlerinde gösteriyor. O tarihten bir yıl kadar önce 1943 yılının Temmuz ayında Mussolini damadının, ordunun ve kralın kendisine karşı cephe almasından sonra İtalya’da güvensizlik oyu aldı. Görevden uzaklaştırıldı ve tutuklandı. Ama tutuklanışı İtalya’yı kaosa ve anarşiye sürükledi. Özel bir Alman birliği Hitler tarafından Mussolini’yi kaçırmak için gönderildi. Kaçırılan Mussolini Müttefiklere teslim edilmekten kurtulmuş oldu. Ama artık sağlığı iyiden iyiye bozulan Mussolini bir köşeye çekilmek istiyordu. Ne var ki, Hitler buna izin vermedi. Mussolini Lombardy’deki villasında yalnızdı ve gerçekte Almanların bir kuklasıydı. 1944 yazında Hitler’in durumu da pek iç açıcı değildi. 1942’de Almanlar Kuzey Afrika Cephesi’ndeki El Alameyn muharebesini kaybedince Hitler’in Süveyş’i ve Orta Doğu’yu ele geçirme planları suya düşmüş oldu. Stalingrad bozgunu 1943 yılının Şubat ayında geldi ve bunu Müttefikler’in Sicilya’yı işgali izledi. O sıralarda parkinson ve frengi hastalıklarıyla boğuşan Hitler’i yeni bir darbe daha bekliyordu: 1944 yılının Temmuz ayında, Alman ordusu Albayı Claus von Stauffenberg Hitler’e suikast amacıyla, Hitler’in Rastenburg’daki karargâhı Wolfsschanze’ye [Kurt İni’ne] bir bomba yerleştirdi. Hitler suikastten sağ kurtulmakla birlikte, sağ kolundan yaralandı. Yukarıdaki resim çekildiğinde Hitler sağ kolu için askı takıyordu.
İspanya’nın demokrasiye geçişi Franco diktatörlüğünden liberal demokratik bir devlete geçmesiyle gerçekleşti. Bu geçiş Franco’nun 20 Kasım 1975’de ölümüyle başladı. Bu sürecin ne zaman tamamlandığı konusunda ise farklı görüşler var. Bir görüşe göre 1978 İspanya anayasası, bir görüşe göre de Antonio Tejero’nun 23 Şubat 1981’deki başarısız darbe girişimi demokratik yapının geri dönülemez bir biçimde sağlam bir yapıya kavuştuğu tarihe işaret ediyor. 23 Ocak 1981 günü saat 18:21’de Yarbay Antonio Tejero 200 silahlı jandarmayla birlikte İspanya Parlamentosunu bastı. İçeri girdiklerinde Parlamento Adolfo Suárez’in yerine Leopoldo Calvo-Sotelo’yu başbakan olarak seçmek üzereydi. Bu sırada, General Miláns del Bosch önderliğindeki darbeci komutanlar olağanüstü hal ilan ederek tankların Valencia’daki caddeleri işgal etmesini emrettiler. Ama seçkin bazı askerî birliklerin desteğini alan Kral Juan Carlos geceyarısından sonra televizyonda bir konuşma yaparak darbe girişimini kınadı ve İspanya’nın demokratikleşme sürecinin barış içerisinde süreceğini söyledi. Parlamentoyu işgal edenler işgalden 18 saat sonra sabah saatlerinde teslim oldular. Tejero ülkesine ihanetinin bedelini 15 yıl hapis yatarak ödedi. Bu darbe girişiminden dolayı toplam otuz kişi mahkemece yargılandı. Mahkemece suçlu bulunanlar arasında bir de sivil vardı: Franco İspanyasındaki tek yasal sendikanın eski başkanı olan Juan García Carrés’ti bu…
1942 sonlarından 1945 yılı başlarına kadar Pasifik harekat alanındaki Müttefik kuvvetler geniş okyanus savaş alanlarında ve küçük ada sahillerinde Japonlarla savaştılar. 1942 sonlarına gelindiğinde Japon İmparatorluğu en uç noktasına kadar genişlemişti, askerleri Hindistan’dan Alaska’ya kadar ve Güney Pasifik adalarındaki mevzilere saldırıyor veya ele geçiriyordu. Amiral Chester Nimitz komutasındaki Birleşik Devletler Donanması doğrudan Japon İmparatorluk Donanmasına saldırmak yerine tek tek adaları ele geçirerek ilerleme stratejisini benimsedi.Amaç Japonya’ya giden yol üzerindeki stratejik adaları ele geçirmek ve buraları kontrol altında tutmaktı. Bu şekilde Birleşik Devletler bombardıman uçaklarını hedefe yaklaştırmak ve olası bir istilaya karşı hazır hale getirmekti. Japon askerleri adaları fiercely savundular, birçok müttefik askerini öldürdüler ve kimi zaman umutsuz son bir deneme saldırılarında intihar edercesine saldırdılar. Denizde Japon denizaltıları, bombardıman uçakları ve kamikaze saldırıları Birleşik Devletler Donanmasına ağır kayıplar verdirdi ama tek tek adaların ele geçirilmesi yoluyla ilerleyişi durduramadı.1945 yılı başlarına gelindiğinde adım adım adım ilerleyen Birleşik Devletler kuvvetleri Japonya anakarasından 550 kilometre uzaklıktaki İwo Jima ve Okinawa adalarına kadar ilerlemişlerdi. Bu iki adadaki çatışmalarda her iki taraf da çok ağır kayıplar verdi. Sadece Okinawa’da 82 gün süren savaş boyunca yaklaşık 100 bin Japon ve 12 bin 500 Amerikan askeri öldü. Okinawa’daki çatışmalar sırasında ayrıca 40 bin ila 150 bin arasında sivilin de hayatını kaybettiği tahmin ediliyor.
Dmitri Baltermants (1912-1990) Sovyet döneminin önde gelen foto muhabirlerinden biriydi. Moskova Devlet Üniversitesi’nden matematik öğretmeni olmak üzere mezun olan Baltermants fotoğrafçılığa duyduğu ilgi yüzünden kariyerine foto muhabiri olarak başladı. Resmî bir Kremlin fotoğrafçısıydı ve hem günlük Izvestia gazetesinde çalışıyordu hem de popüler Ogonyok dergisinin resim editörüydü. II. Dünya Savaşı’nda Stalingrad savunmasının fotoğraflarını çekti, Kızıl Ordu’nun Ukrayna, Polonya ve Almanya’daki savaşlarında bulundu ve nihayet 1945’te Berlin’e vardı. Bu arada iki kez yaralandı. Savaş sırasında Kızıl Ordu’nun resimlerini çeken diğer meslektaşları gibi Baltermants’ın fotoğrafları da Sovyet otoriteleri tarafından hep sansüre uğradı. Bu sansür sürecinde, morali artırmak için yalnızca askerliğin pozitif taraflarını yansıtan fotoğraflar seçilip yayınlanıyordu. En büyüleyici fotoğraflarından bazıları hasıraltı edilmişti ve bunlar çok sonraları, ancak 1960’larda gün ışığına çıkabildi. Yukarıdaki “Keder” başlıklı resim Baltermants’ın en ünlü fotoğraflarından biri. Bu fotoğraf 1942’de Kırım’daki Kerç adında bir köydeki Nazi katliamını gösteriyor. Bu fotoğrafta, keder içindeki köylü kadınlar sevdiklerinin cesetlerini arıyor. Yukarıdaki karanlık gökyüzü resmi çok daha dramatik hale getiriyor.
Yaklaşık 50 yıldır süren silahlı çatışmalar yüzünden Kolombiya dünyadaki en büyük sayıda iç savaş göçmenlerine sahip ülke durumunda. Kanlı iç savaşın son 10 yılı boyunca 3 milyondan fazla insan yaşanan şiddetten dolayı topraklarını ve evlerini terketmek zorunda kaldı. Yerinden edilmiş bu insanların büyük çoğunluğunu yasadışı silahlı gruplarla hükümet güçleri arasındaki çoğu çatışmaların yaşandığı uzak kırsal bölgelerin insanları oluşturuyor. Uyuşturucu ticaretini ele geçirmek için, solcu FARC-ELN gerillaları ve sağcı “Aguilas Negras” adlı paramiliter gruplar arasında yaşanan şiddetli çatışmalar her yıl binlerce Kolombiyalının kaçmasına neden oluyor. Kolombiya otoriteleri ülkenin uzak bölgelerinde güvenliği ve yasaların işlerliğini sağlayamadıkları için silahlı gruplar silahın adaletini dayatıyor: itaat et ya da öl. , yerinden edilen ailelerin, mallarını alma hakları bile olmaksızın kaçmak için genellikle birkaç saat vakitleri oluyor. Birkaç kişisel eşyayla birlikte Bogota, Cali veya Medellín gibi büyük şehirlerin varoşlarında kendilerine sığınacak bir yer arıyorlar. Çoğunlukla hiçbir eğitim almamış ve şehir tecrübesi olmayan bu insanlar büyük gecekondu mahallelerinde suyu ve kanalizasyonu olmayan tahta barakalarda yaşamaya başlıyorlar. Bu insanlar tanık oldukları şeyler hakkında konuşmamaları yönünde hem gerillalar hem de paramiliter şehir muhbirleri tarafından tehdit ediliyorlar. Diğerleri ise otoritelerin tanıklıklarını kabul edip kendilerine yerinden edilmişlik statüsü vermesi için aylarca bekliyorlar. Kolombiya’nın hiç bitmeyen çatışmalarının kaosunda kaybolmuş bu insanlar her yeni güne sürekli bir şiddet korkusuyla uyanıyorlar ve diken üzerinde yaşıyorlar.
Hollandalı fotoğrafçı Hubert van Es’in bu fotoğrafı Amerikalıların Vietnam’daki yenilgisini sembolize ediyor. Fotoğraf, Amerikalılar için çalışan Güney Vietnamlılar arasındaki kaos ve paniği yansıtıyor. Komünist kuzey Vietnam birlikleri şehre yaklaşıyorken, kendilerine Saigon çatılarıyla Vietnam açıklarındaki Birleşik Devletler donanma gemileri arasında mekik dokuyan son Amerikan helikopterlerinden birinde kendilerine bir yer bulmaya çalışıyorlar. Çatıya çıkan merdivende bir helikoptere sığabilecek olandan daha fazla insan var. Helikopterin üzerine indiği bina yaygın olarak sanılanın tersine ABD elçilik binası değil, CIA tarafından kullanılan Pittman apartman kompleksi. Helikopterler ise CIA’in paravan bir örgütü olan Air America’ya ait. Van Es Vietkong gerillalarının ve Kuzey Vietnam düzenli ordularının Güney Vietnam’ın başkentine girişini görüntülemek üzere Saigon’da kalan birkaç Batılı gazeteciden biriydi. Kuzeyli birlikler 30 Nisan 1975 günü şehre girdiklerinde, kendini koruma altına alma umuduyla, başlığına “Boa Chi Hoa Lan” (Hollanda Basını) yazdı. Van Es daha sonra, savaş sonrası yaşanan kaos ortamında bir kargo uçağıyla ülkeden ayrılmayı başardı.
Ruanda’da yaşanan soykırımı simgeleyen birçok satır fotoğrafı çekildi. Ama hiçbiri soykırım sonrasında Jim Nachtwey’in çektiği fotoğraf kadar dramatik değil. Yörede Maçete adı verilen bu satırlar Ruanda’daki hemen her evde bulunan birer tarım aletiydi ve kolaylıkla bulunabiliyordu. Nachtwey’in Ruanda-Zaire sınırında çektiği bu fotoğrafta katiller ve kurbanlar yok. Ne var ki yaşanan mezalimden sonra sınırdan kaçan Hutuların geride bıraktığı satır yığını, yaşanmış olan mezalimin korkunçluğu hakkında iyi bir fikir veriyor. Ruanda’nın Hutu kökenli devlet başkanının 6 Nisan 1994’te öldürülmesi soykırımın tetiğini çekti. Radyo istasyonları Hutuların Tutsi komşularını öldürmeleri için şiddet çağrıları yapmaya başladılar. Birleşmiş Milletler’in tahminlerine göre Nisan 1994’ten başlayarak 100 gün içerisinde Tutsi çoğunluğa ait 800 bin kadar erkek, kadın ve çocuk vurularak, boğazlanarak, dövülerek, yakılarak veya satırlarla doğranarak öldürüldü. Tutsi Yurtsever Cephesi tarafından Hutu hükümet güçleri mağlup edilince, bu kez Tutsilerin intikamından korkan 1 milyona yakın Hutu sınırı geçerek Zaire’ye sığındı.
1972’de, köyüne düzenlenen napalm saldırısından sonra kaçan dokuz yaşındaki Kim Phuc adlı kızın bu resmi, Vietnam Savaşı’nı birçok kişinin evine getirdi. Bu resim, her ne kadar ilk başta tam ortasında çıplak bir kız bulunuyor olmasından dolayı ayıp karşılansa da napalm saldırılarının korkunç doğası iffet taslayanları kısa sürede susturdu. Fotoğraf napalmin dehşetini o kadar iyi gösteriyordu ki, Amerikan Başkanı Nixon, fotoğrafın mizansen olduğunu iddia etti. Kızın arkasında Güney Vietnamlı askerler, ailesinin diğer üyeleriyle birlikte kaçan Kim’in arkasında görülüyor. Kim’in küçük kardeşi arkasını dönmüş, siyah dumanlara bakıyor. Vietnamlı fotoğrafçı Nick Ut iki uçak tarafından dört napalm bombası atıldığında köyün hemen dışında bulunuyordu. “Biraz su, yanıyorum, yanıyorum,” feryatlarını duydu. Nick fotoğrafını çekti ve sonra kıza biraz su verdi ve sonra onu hastaneye götürdü. Nick bu fotoğraf için sonradan Pulitzer ödülü kazandı. Fotoğraf aynı zamanda yılın Dünya Basın Fotoğrafı seçildi.
Sebastião Salgado günümüzün an ünlü fotoğrafçılarından biri. Büyük fotoğraf projelerine imza atan Salgado, modern insanlığın görmek istemediği yerleri arıyor ve buralarda yaşanan insanlık dışı olayları ortaya koyuyor. Salgado’nun yakurıdaki fotoğrafı Serra Pelada altın madeninde bir altın madeni işçiyle bir jandarma arasındaki bir tartışmayı görüntülüyor. Fotoğraf 1986 yılında Brezilya’da çekildi. Serra Pelada’nın hikâyesi Avusturalya ve Batı Amerika’da 19. yüzyılda yaşanan büyük altına hücumlara çok benziyor. Uzak bir ırmağın kıyısında çocuğunu yıkayan bir yerlinin bulduğu 6 gramlık altın parçası bölgeyi tam bir cehenneme çeviren denetimsiz bir altına hücum başlattı. Beş yıl içerisinde onbinlerce insan, çok büyük altın yataklarının bulunduğu bu bölgeye akın etti. Salgado sadece Serra Pelada hakkında kapsamlı bir fotoğraf çalışması yapmakla kalmadı. Aynı zamanda yakınlardaki “dükkanlar ve fahişeler” kasabasının da fotoğraflarını çekti. Bu kasabada birkaç parça altın için 16 yaşından küçük onbinlerce kız bedenlerini satıyorlar. Dendiğine göre kasabada her ay 60-80 arasında faili meçhul cinayet işleniyormuş.