Tarih

Kadın Filozoflar

“Filozoflar şimdiye kadar dünyayı sadece erkeklere göre yorumladılar. Fakat onun insanlık bakımından değiştirilebilmesi kadınca da yorumlanmasını gerektirir.” – Irmtraud MORGNER

Antikçağ’da Kadın Filozoflar

Antikçağ’da kadınların felsefe okulları açtıklarını ve zamanın ünlü filozoflarına dersler verdiklerini görüyoruz.

  • Miletli ASPASİA – Sokrates’in hocasıdır. Sokrates diyalog yöntemini Aspasia’dan öğrenmiştir.
  • Mantineal DİOTİMA – Sokrates’in hocasıdır.
  • Hipparchia
  • Arete Ve Lais
  • İskenderiyeli HYPATİA

İskenderiye’li HYPATİA

  • Antikçağ’ın sonlarının en etkili bilginidir.
  • ‘Özgürlüğü savunan’ ilk kadındır.
  • Tarihte bilinen ilk kadın matematikçidir.
  • Sonradan “cadı avı” olarak anılacak olan kana susamışlık derecesine varan kadın düşmanlığının ilk kanlı kurbanı olmuştur.
  • Onun ölümü, Roma imparatorluğunun Hristiyanlaşmasının kesin işareti, ”pagan” felsefenin son bulması anlamına gelir.

Ortaçağ’da Kadının Yeri

Ortaçağ kadınlara çok büyük baskıların yapıldığı bir çağ olarak tanınmıştır. Bu dönemde neredeyse tüm toplumsal yapıya kilise egemendi. Bilim ve felsefe ile uğraşan kadınlar cadı olarak anılıyordu. Kadınlarının kendi çağlarının kültürel hayatına etkin şekilde katılma olanakları çok azdı. Manastıra girmek bu olanaklardan biriydi.

Ortaçağ Filozofları;

  • Hildegard von Bingen (1098 – 1179 Almanya)
  • Mechthild von Magdeburg (1207 – 1285 Kuzey Almanya) – “Aptallık, kendi halinden memnundur; bilgelik soruları sormakla bitiremez.”
  • Katharina von Siena (1347 – 1380 İtalya) – “ İnsan iradesi özgürdür; insanın kaderi önceden belirlenmiş değildir.”
  • Christine de Pizan (1363 – 1434 Fransa – İtalya – Venedik) – İlk Fransız kadın yazardır.

Rönesans Dönemi Kadınlar

İtalyan rönesansı süresince yani antikçağ kültür geleneğinin “yeniden doğuşu” ile, 14. ve 15. yüzyılda yeni bir kadın tipi “Virago” kültürlü “erkek kadın” tipi ortaya çıktı.

Rönesans felsefe tarihi bakımından hiçbir yeni sistemin ortaya çıkmadığı bir geçiş dönemi sayılır. Bu dönem bütünüyle ele alındığında kadınlar için oldukça geriye atılmış büyük bir adım olduğu görülecektir . Antikçağın düşünce dağarcığının yeniden doğuşu bu çağın kadın düşmanı düşüncelerinin de rönesansı olmuştur.

Yine de bu dönemde kadın filozoflar gerçek anlamda eşitlik için mücadele etmişler ve öncü çalışmalara imza atmışlardır.

İsotta Nogarola (1418 – 1466 İtalya – Venedik) – “Havva ile Adem’in Günahının Eşitliği ya da Eşitsizliği Hakkında Diyalog”

Tullia D’Aragona (1510 – 1566 İtalya – Roma) – “Aşkın Sonsuzluğu Üzerine Diyalog” adlı eseri Platonik diyaloğun yeniden keşfi olarak görülür.

Teresa von Avila (1515 – 1582 İspanya) – ‘Vida’ adlı eseri Montaigne’in keşfettiği düşünülen deneme formunun ilk örneğidir.

Aydınlanma Çağı Kadını

  • Aydınlanma Çağı olarak adlandırılan tarihsel dönem, Aydınlanma felsefesinin 18. yüzyılda doğup benimsenmeye başladığı dönemdir
  • Bu çağda kadınlar hala eskiden olduğu gibi, mal edinme, özgürlük ya da düşüncesini serbestçe söylemek hakkından yoksundu.
  • Aydınlanmanın birkaç erkek kuramcısı, örneğin Jean De Condorcet kadına da eşit haklara sahip olma olanağı verilmedikçe devrimin amacına ulaşmayacağını ileri sürmüştür
  • Bilgi teorisinin iki düşünme yolu , aydınlanma felsefesinde egemen rol oynar. Rasyonalizm ve Empirizm

Fransız devriminin ideali olan özgürlük, eşitlik, kardeşlik hiçbir şekilde kadınlar için geçerli olmayınca kadınlar yeniden ocak başına gönderildi. Onlar erkeklere hizmet etmeli, annelik rolüne yoğunlaşmalılar anlayışı vardı.
Düşünsel romantik akım felsefenin büyük sistemler kurma geleneğinden ayrıldı. Romantik akım zaman bakımından aydınlanmanın son zamanlarıyla kesişip Alman idealizm felsefesiyle yapılan hesaplaşmalar içinde oluşmuş ve gelişmiştir. Kadın ve erkek romantikler aydınlanmacıların ideali olan hoşgörü ve eşitliği silmek istemiyor, duygularla beslemeyi istiyorlardı.

Mary Astell (1666 – 1731 İngiltere – Newcastle) – “Eğer Tanrı kadının anlayış yeteneğini kullanmasını istemeseydi, ona bunu vermezdi; çünkü o hiçbir şeyi boş yere yapmaz.”

Mary Wollsonecraft (1759 – 1797 İngiltere – Londra) – İlk kez İngiltere’de kadınların toplumsal hakları üzerine bir kitap yayınladı. Böylece feminizmin temelleri atılmış oluyordu.

Olympe de Gouges (1748 – 1793 Fransa) – ” Kadının idam sehpasına çıkma hakkı var; aynı şekilde bir konuşma kürsüsüne çıkma hakkı da verilmeli ona…”

Bettina von Arnim (1785 -1859 Almanya – Frankfurt)

Hedwig Bender (1854 – 1928 Luxemburg)

Karen Horney (1885 – 1952 Almanya – Hamburg)

Rosa Mayreder (1858 – 1938 Avusturya – Viyana)

Clara Zetkin (1857 – 1933 Almanya- Marksist Teorisyenlerden ve İlk Kadın Hakları savunucularından)

Rosa Luxemburg (1871 – 1919 Rusya)

19. Yüzyılın sonlarında Aydınlanmanın başlangıcındaki kadının da erkek gibi akıl yeteneğine sahip olduğu düşüncesi silinerek, geleneksel kadın imgesine geri dönüldü. Bu durum, kadın haklarını savunanların harekete geçmesine neden oldu.

Rosa Mayreder – “Kadınların ne olduğu ancak onların ne olmaları gerektiği önceden belirlenmezse bilinebilir.”

Karen Horney – Freud’un feminism karşıtlığını ilk eleştirenlerdendir.

20.yy’da Kadın

Bu dönemde Varoluşçuluk felsefesi, Fenomenoloji, Analitik felsefe gibi felsefe akımları egemen olmuştur.
Dönemin önemli düşünürlerinden biri Hannah Arendt’tir (1906 – 1975 Almanya ve  Amerika vatandaşı)
Simone de Beauvoir (1908 – 1986 Fransa – Paris)
“Benim için bir düşünce, teorik bir şey değildir; o yaşanır ya da teori olarak kalır ve geçerli değildir.” Simone de Beauvoir, Sartre ile üniversitede tanışmış ve ölünceye kadar onunla yaşamıştır.

20. yüzyılda yaşamış diğer önemli bilim kadınları arasında

Agnes Heller (1929 Macaristan – Budapeşte)

Margaret Mead (1901 – 1978 Amerika) bulunmaktadır.

Kadın filozoflarla ilgili Antik Çağ – 20.yy dönemlerine ilişkin genel tabloyu yukarıdaki gibi ele aldıktan sonra konuyu biraz daha detaylandıralım. Antik Çağ  ve Rönesans dönemindeki bütün tasvirlerde felsefeyi bir kadın simgeler

SOPHIA – Bilgelik Tanrıçası
İlk kez tek tanrılı dinler, ortaya koyduğu simgelerle kadınları bilgeliğin dışında bırakmış ve “sadece erkeklerle tanrı anlaşma yapar, sadece erkekler, tanrı ile insanlar arasında aracı olabilir” demişlerdir.

Metzler 1989’da hazırladığı 300 biografik yapıt içinde sadece 6 kadın düşünüre yer vermiştir. Bunlar : Hannah Arendt, Simone de Beauvoir, Hildegard von Bingen, Agnes Heller, Rosa Luxemburg ve Margaret Mead’dir.

“Kadın ve kadın düşüncesi Antik çağdan günümüze geldikçe daha az değerli görünüp kimse kadın filozoflardan alıntılamıyor, hiç bir felsefe ya da bilim tarihi bu düşüncelerden ve yazarlarından artık söz etmiyordu” (Tielsh, 1984)

Felsefe tarihinde kadınların gözardı edilen çıkışlarına, yapıtlarına bir göz atarsak,
Karl Marx, Hegel, Kant gibi felsefe sistemleri kurmuş kişilerden hiç de geri kalmadıklarını görürüz. Mesela, Sosyalist Programı (Arbeiterunium, 1843) ilk olarak ortaya Flora Triston (1803 – 1844 Fransa – Paris)  tarafından atılmış olmasına rağmen dikkate alınmamıştır. Onun bildirisi Karl Marx’ın Komünist Manifesto’sundan 5 sene önce yayınlanmış ve Marx’tan 10 kez daha fazla baskıya ulaşmıştı.

Almanya’da felsefe tarihinin, mistik kadın Hildegard von Singen ile başladığını hiç bir ansiklopedi yazmaz. Felsefe tarihinde “unutulmuş” başarıların ve yanlış yükselmelerin listesi oldukça fazladır. Mesela, Sokratik diyalogların aslında Aspasia tarafından kurulduğu, Anne Conway’ın (1631-1679) Leibniz’i etkileyen Monadlar öğretisinin mimarı olduğu, Montaigne’den çok önce Teresa Von Avila’nın ilk felsefi-yazınsal denemeleri yazdığı hep “unutulur”.

Felsefe tarihi boyunca çoğu erkek düşünürler kadınları hep sınırlayıcı, hatta  aşağılayıcı sözcüklerle alan dışı bırakmaya çalışmışlardır.

Aristotales’e göre “kadınlarda ruh bulunmadığı”, Kant’a göre “kadınlarda akıl yeteneğinin eksikliği”, hatta Fichte’e göre “kadınların duygularının sınırlarını saptamak” gibi yaklaşımları hep görürüz.
Socrates, Leibniz, Erasmus Von Roterdan, John Stuart Mill dışında, kadınlarda özgün bir düşünce görebilmek diğer düşünürlere göre düşünülebilir bir şey değildi.

Erkek filozoflara göre düşünce erkeklerle, duygu ise kadınlarla özdeşleşmişti.

Filozof kadınların hayatları ve yapıtları üzerindeki tartışmalar, onların çok kez cinsellikle ilgili dedikodulara karşı korunmasız olmaları yüzünden daha çok güçleşmiştir. Aspasia’ya karşı Antik yazarların iftiraları ile (tanrıtanımaz, aracılık, çok eşlilik gibi) başlayarak Isolta Nogarola’ya yapılan ensest karalamasından, “bilimsel leydiler”, “mavi çoraplılar”, “erkek kadınlar” olarak adlandırmalar hep filozof kadınlara, düşünen ve düşündüğünü belli eden kadınlara gelmiştir.

“Acayip” olarak görülen, “zeki fakat kısır”, “soğuk”, “hetare (fahişe)”, “femmes fatale (felaket kadınları)” yakıştırmalarına maruz kalan filozof kadınların çoğu tam aksine çok kez bilinçli bir namus düşkünüydüler ve geniş ölçüde “erkeksiz” hayatı seçip yalnız yaşadılar.

Yeni çağ’ın başlangıcına kadar evli ve çocuklu, yani anne olan bir kadının bilimsel çalışma yapması hemen hemen düşünülemez bir şeydi.

Şimdi kadın filozofların bazılarını daha yakından tanımaya çalışalım

HIPPARCHIA (I.O.360-280)
Dünyanın ilk “özgürlüğü savunan ve özgür yaşayan” kadını.

Hipparchia 346 BC’de, Yunanistan’in sakin bir sahil bölgesi olan Maroneia’da doğdu.. Maroneiada şarapçılık yapan aristokrat bir ailenin kızıydı.
Hipparchia’nin erkek kardeşi, Metrocles de ondan bir sene sonra doğdu ve her ikisi de ikiz gibi, ayrılmaz bir parça gibi büyüdüler. Metrocles’in en büyük isteği felsefe çalışmaktı. Pek çok değişik felsefe okuluna devam etti fakat hiç birini sonlandıramadı. Yiyecek almak için çok az parası olduğundan sadece fasulye yiyebiliyordu ve çok sıkı bir diyette gibi yaşıyordu. Metrocles, bir gün çok önemli bir grup dinleyicinin önünde konuşma yaparken kustu. Bundan dolayı çok utanan Metrocles kendini odasına kapattı ve ölüm orucuna başladı. Bir gün kapısı çaldı. Ziyaretçi kapı açılmadıktan sonra gitmeyeceğini söylüyordu. Gelen ziyaretçi Atina’nın Cynic filozofu Crates’ti (Kynizm, gereksinimsizlik öğretisini temsil ederler. Kynikler içinde en ünlü olanı, isteyerek dilenci hayatını seçen, Diogenes’tir.)

Crates Metrocles’u olanlardan dolayı üzülmemesi yönünde ikna etti ve herkesin bunu bir kaza olarak yorumladığına inandırdı. O günden sonra Metrocles Crates’in öğrencisi ve takipçisi oldu. Metrocles’in ailesi oğullarının devamlı övgüyle bahsettiği bu filozofla tanışmak istediler. Crates, Metrocles ile birlikte onların evine gitti ve işte o an Hipperchia Crates’e delice aşık oldu. Artık onun için bu sevgiden vazgeçmenin hiç bir yolu yoktu. Hipperchia Crates ile evlenmeyi kafasına koydu.

Hipparcia’nın biogrofisini yazan Diogenes Laertius, Hippercia’nın ailesi ile ilgili detaylardan fazla söz etmez. Hipperchia’nın çocukluğunun da nasıl geçtiği hakkında fazla bir bilgi yoktur ama onun zamanın geleneksel aile yapısına uyan bir genç kız gibi düşünmediği ve dokuma tezgahlarının başına geçmeyi, yün iplik yapmayı reddettiği ve aksine felsefe çalışmalarına büyük ilgi duyduğu belirtilir. Kadınlara yasak olan konular Hipperchia’nın hep çok ilgisini çekmiştir. Her zaman erkeklerin sohbet konularına merak sarmış ve o konularda okumuş biridir. Onun bu yaklaşımları ve ilgisi gelenekçi bir yapıda olan ailesi tarafından şiddetle tepki çekmiştir. Hipperchia Crates’e olan sevgisini ona açtığında, çirkin bir erkek olan Crates bu evlilikte kendini, Hippercia gibi güzel ve aynı zamanda iyi bir geçmişi, kültürü olan bir kadına yakıştıramamış ve kendini hep geri çekmiştir.

Hippercia’ya göre ise, kadınların da seçim hakkı vardır ve o da şüphe götürmez bir şekilde sevdiği Crates’i seçmistir. Crates cok az parası olan ve yaşam biçimi ile geleneksel yapıdaki evlilik şartlarını yerine getiremeyecek biri olduğunu devamlı vurgulamıştır.
Crates’in şefkat dolu yaklaşımları, insan sevgisi, mizah gücü ve iyi niyetli yaklaşımları  Hippercia’yı ailesine karşı koymaya sevketmiş ve eğer bu evliliğe izin vermezlerse kendini öldüreceğini söylemiştir. Hippercia ve Crates M.Ö. 326’da evlendiler ve mükemmel bir beraberlik sürdürdüler.  Hipparchia bir filozoftu. Onun esas üstünde durduğu konular ve danışmanlık yaptığı alanlar evlilik, hastalıklar ve üzüntüler ve ölen kişilerin ardında kalanların mahrumiyetleriydi. Bu alanlarda pek çok çalışmalar yapmış ve sorunları çözmüştür. Bunların yanı sıra pek çok tragedya ve felsefi kitaplar yazmıştır.
Bu çalışmaları yaparken aynı zamanda sağlıklı bir evlilik sürdürmekte ve kendi oğlunu ve kızını da büyütmekteydi.

Hipparchia eşiyle birlikte yıllarca sadakat içinde bir evlilik geçirmesine rağmen “sevme özgürlüğü” konularında propoganda yapmış ve kari koca bu düşünceyi hep desteklemişlerdir. Cinselliğin ayıp bir şey olmadığını ve sevginin gereği doğal bir şey olduğunu anlatmışlardır.

Hipparchia Yunanlı olan, olmayan bütün kadınlara haklarını savunmalarını, cesurca konuşmalarını ve düşüncelerini söylemelerini, kendi sevgililerini ve/veya eşlerini kendilerinin seçmelerini anlatmış ve yıllarca bunun için uğraşmıştır. Toplumdan gelecek bütün erkek şiddeti ve tacizi, adaletsizliği için karşı koymaya çağırmıştır kadınları.

Hipparchia yaşamı boyunca basit ve sade bir hayat sürmüş ve hiç bir zaman lükse özlem duymamıştır. O tutarlı ve bilgili bir kadındı. Çok ilginç bir nokta da, Hipparchia ve Crates’in kızları,  sevdiği erkekle evlenmek istediği vakit anne ve baba olarak Hipparchia and Crates kızlarından evlilik öncesi o erkekle bir aylık bir birliktelik yaşamalarını istemişlerdir. Bu, tarihte, evlenmeden önce, ön evlilik yaparak bir erkekle birlikte yaşamaya ilk örnek olarak bilinmektedir.

Crates and Hipparchia’nin oğulları, Pasicles de Cynic felsefede büyütülmüş, sosyal eşitlik, insan hakları, insan sevgisi gibi konularda uzmanlaşarak toplumda yerini almıştır. Hem Hipparchia hem de kocası çok uzun ve dolu dolu yaşadılar. Yaşadıkları dönemde, yaşam  biçimlerinden dolayı oldukça eleştirilmelerine rağmen ölümlerinden sonra hep saygıyla anıldılar. Ancak yüz yıllar geçtikten sonra onların verdikleri özgürlükçü mesajlar anlaşılabildi ve dünyaca kabul edildi.

MILETLI  (Şimdiki Aydın Söke tarafları) ASPASİA
(I.O. 460-401)
Socrates,  Diotima gibi kendisinin bir başka hocasının daha kadın olduğunu söyler. Bu hoca Miletli Aspasia’dir. Aspasia cok iyi eğitim görmüştü ve Axiochus’un kızıydı. Yirmi yaşlarında Atina’ya gelmiş ve kendinden 30 yaş büyük olan Perikles’i tanıyıp bir müddet sonra da onun yasal olmayan eşi olmuştur.

O donemin en büyük kanun yapıcısı olan Perikles kısa bir süre önce “yabancılarla evlenme yasağı” getirmiş ve bir müddet sonra Miletli Aspasia ile karşılaşmıştır. Bu yabancı kadının akılcı ve tutarlı davranışlarından, zekasından etkilenerek eşinden ayrılır ve Aspasia ile evlenir. Bu evlilik kanunlar karşısında yasal olmamasına rağmen evlilikleri hep devam eder.

Aspasia’nin hayatı belli başlı 2 kaynakta ele alınmıştır. Bunlardan bir tanesi, Antik çağın komedi yazarlarının anlatısıdır. Komedi yazarları devirlerinde sarkastik ve yıkıcı eleştirileri ile dikkat çeken bir usluba sahiptiler ve Aspasia’yı acımasızca eleştirmişlerdir. Hatta bu eleştiriler,  “fahişe” olarak yorumlamaya kadar gitmiştir.

Öte yandan, diğer bir anlatı kaynağı olan Sokratikler Aspasia’yi bambaşka bir şekilde betimler. Onun çok iyi bir felsefe hocası olduğu yazılıdır. Xenephon, “Socrates’den Anılar” adlı yapıtında ondan saygı ile söz eder.
Aspasia böylesine karşıt uçlar arasında, hem konuşma sanatı hem de çok iyi derecede felsefe bilgisi olan, özgür ruhlu bir kadın olarak her zaman tutarlı davranışlarına devam etmiştir. Perikles’in politikası üzerinde büyük etkisi olduğu ve onun bazı konuşmalarını yazdığı yazılıdır. Bunlardan en ünlüsü, “Peloponez Savaşları’nda” ölenler için yapılan törendeki konuşmadır.

Aspasia, o donemde Atina’da zamanın etkili erkekleri ve eşlerinin devam ettiği bir salon açmıştır. Sanatçılar, devlet adamları, Anaxagoras, Archimed, Sophokles, Socrates gibi bir çok filozof bu yerin devamlı konukları olmuşlardır. Atina’da ilk kez bir kadının başlattığı böyle bir oluşum komedi yazarlarının Aspasia’ya saldırmalarında büyük bir etken olmuştur. Komedi yazarları Aspasia ile ilgili pek çok şey söylemişlerdir. Aspasia,  kocası Perikles’e sadık, iyi bir eş ve yardımcıydı. Bu yüzden cinsellik üzerinden saldırmak yerine Aspasia’yı tanrı tanımaz olarak lanse edip hakkında dava açacak kadar ileri gitmişlerdir. Perikles karısını mahkemede savundu ve Aspasia mahkemece suçsuz bulundu.

Perikles’in ölümünden sonra, Aspasia eski bir dost olan Lysikles ile evlenir ama eşi 1 yıl sonra savaşta ölür. Bu sırada Aspasia’nin açtığı yer hala açıktı ve çok ilgi gören bir yerdi. Saygınlığı hep devam eden bu yeri Socrates öğrencilerine önerirdi.

DIOTIMA

Yunanistan Mora Yarımadası ortalarında dağlık bir bölgede doğmuştur.  Diotima insanlara bilginin pek çok yerde ve biçimde bulunabileceğini öğretmiştir. Bazı bilgilere insanlar algılamaları ve duygularıyla ulaşabilirler. Bazı bilgiler ise içgüdüler ve sezgilerle edinilir. Diotima’ya göre, bazıları ise insanların arasında vardır—sevgi gibi!
Diotima’yı tarih Socrates’in hocası bir rahibe olarak yazar. Socrates ile tanışması, Socrates’in Diotima’nın bilgeliğinden haberdar olup, çağrısına kapılmasıyla olmuştur. Onu arayıp bulmuş ve Diotima’nin ögretisi ile, aşkın, Eros’un düşünsel boyuttaki gizemine girmiştir. Diotima’nin gerçekliği uzun yıllar tartışılsa bile, Antik yazarların onun varlığından hiç bir kuşkusu olmaması ve yazdıklarıyla bunu günümüze aktarmaları bu kuşkuyu yok etmektedir. Platon, Şölen isimli diyalogunda Eros’u anlatarak Diotima’yi ölümsüzleştirmiştir. Symposion (şölen) sadece erkeklerin olduğu, yenen yemekten sonra yapılan bir içki alemiydi. Bu şölene kadınlar katılmazdı. Diotima da bu şölende yoktu ama onun söyletisini Socrates anlatmıştır.

Socrates şöyle anlatır: “Şimdi ben seni bırakıyorum ve Eros hakkında, bir keresinde Diotima adında Mantineali bir kadından duyduğum bir konuşmayı aktarmak istiyorum. O, çok bilge bir kadındı ve bana aşk konusunda ders vermişti; işte size onun Eros hakkında yaptığı konuşmayı yineleyerek anlatmayı denemek istiyorum” (Platon, Symposion, 201)

Diotima Socrates’e aşkı öğretmiştir. Bu öğretide aşk Poros ve Penia’nin çocugu, onların arasındaki ruhtur. Aşk dünyayı bir bütün olarak tutan ruh, Tanrılarla insanlar arasındaki mesajları ve duaları birleştiren güçtür. Aklın sevgisi Eros’un sevgisidir.
Diotima aşk öğretisine şöyle devam eder; “bizler hayatta ilerledikçe, büyüdükçe aşkın algısı  ve içeriğinde büyürüz, yaşanırız. İlk önce genç vucutların güzelliği ile etkileniriz. Daha sonra güzelliği bütün vücutlarda görürüz. İşte bu noktada ve sonrasında, ilk kez ruhun güzelliğini de görmeye başlarız. Eger bir insan bütün ruhlardaki güzelliği görmeye başlarsa, yaratılan her şeyin yapısındaki ve kurallarındaki güzelliklerin de farkına varacak ve takdir edecektir. En son, bizler düşüncelerdeki güzelliğe ulaşıp farkederiz.
Aşk bizleri yaşadığımız sürece ilerlediğimiz yolda (hayat) devam ettiren güçtür ve bu yüzden başlangıcından itibaren çok önemlidir”. “Eğer zamanla bizlerdeki güzellik anlayışı  değişse bile, değişen sadece bizim algılamamızdır, yoksa onda var olan güzellik değişmez”.

Diotima’nın Eros kavramının formlara göre oluşması üzerinde durmasında ve bunu erkeklere aktarmasında çok önemli bir de neden vardır. Antik Yunanistan’da çok yaygın olan “oğlancılık”, Aristophanes tarafından, insanların çoğalmasını sağlayan karşı cinsler arasındaki aşkın küçük düşürülmesiyle daha da önem kazanmıştı. Aslında, oğlancılığın o devir Atinasında “utanmazlık” ile bir ilgisi yoktu. Atinalı erkekler, “cesaret, yüreklilik ve erkekçe kendi benzerlerini severler” der tarih kitapları. Bunun üzerine Diotima hangi Eros kavramının geliştirilmesi gerektiğini açıklamıştır.

Diotima konuşmasına Eros’u ölümlüler (insanlar) ve ölümsüzler (tanrılar) arasındaki bir elçi, aracı olarak tanımlar. Eros, tanrıların insanları güzele, iyiye, hakikate ulaştırmada kullandığı bir güçtür. Eros ile burada kastedilen “güzellik sevgisidir”. Hakikat ” en güzel” olduğundan, bu ifade Eros’un felsefi özünü en iyi şekilde açıklamaktadır. Diotima çağının çok önemli bir hocası ve sadece erkeklere mahsus konularda yeni söylemlerle çığırlar  açmış bir kadın filozof olarak tarihte yerini almıştır…

ARETE

Arete, Aristippos’ un bilgin kızıdır. Milattan önce IV. Yuzyılda yaşamıştır. Babası sayesinde felsefe, doğa öğretisi ve doğa tarihi de görmüştür. Bunun yanın da Aristippos ona en iyi temel ilkeleri de öğretmiştir. Her şeyden önce onu ölçüsüzlüğü aşağılamaya alıştırmıştır.

Arete , Grekce erdem demektir. Arete, aldığı eğitimin ardından, uzun yıllar Atina’da dersler vermiştir. Bir cok yazısı günümüze kadar gelmiştir. Ünü çok uzaklara yayılan Arete’nin 77 yaşında öldüğü sanılmaktadır. Üzerinde düşündüğü ve derslerinde anlattığı önemli konular arasında şunları sayabiliriz.
– Sokratik Hayat
– Çocukların disiplin altına alınması üzerine
– Atinalıların savaşı üzerine
– Kadınların mutsuzluğu üzerine
– Olimpus Dağı üzerine
– Arılar üzerine
– Gençliğin kendini beğenmişliği üzerine
– Yaşlılığın zorlukları üzerine

Themista ve Leontion
( Epikürcü Kadınlar, I.O. 342-271/ I.O. 300 yılları)
Mutlu yaşamayı ulaşılacak en yüksek amaç olarak gören felsefe görüşünün (eudaimonizm), bugüne kadar tanınan en ünlü temsilcisi Epikürdür. Kyrenikler (Arete, Lais) gibi, amaç olarak zevk, onun felsefesinin de merkezi olduğu için, Epikürcülük Hedonizm ile karıştırılır ve bu yüzden kötülenir.
Epikürcüler arasında yine bir çok fahişe (Hatere) vardi; Boidion, Hedeia ve Nikidion gibi. Bazı yazarları, haksız ve aşağıyalayıcı bir şekilde, Epikur felsefesinin düşük ve hafif meşrep bir felsefe olduğu kanısına vardıran budur. Themista , Lampsakoslu Leonteusun karısıydı. Epikur, Lampsakostan ayrıldıktan sonra da, her ikisi ile olan ilişkisini, yazışma ile sürdürmüştü. Mektuplar çok kez Themistanin adresineydi. Elimize geçen aşağıdaki mektuptan da anlaşılacağı gibi, Epikür onlara karşı büyük saygı duyuyordu: “Eger siz bana gelmezseniz, ben, üç katı daha büyük bir çabuklukla size koşarım, siz ve Themista, beni nereye çağırırsanız çağırın.” Themistanın bilgeliğinin atasözlerine geçecek derecede olduğunu, Cicero’da karşılaştığımız şu ifade belgeliyor: Themistadan daha bilge. Ayni Cicero, o zamanlar Themista hakkında yazılan çok geniş kitapları kucumsuyor; ornegin Solon ya da Themistokles gibi erkekler hakkinda yazmanin, Themista hakkinda boyle cok kalin kitaplar yazmaktan cok daha iyi oldugunu soyluyordu.

Yazık ki, ne onun yazdığı ne de hakkında yazılan yazılar bize kadar gelebildi.

Onun hayatı hakkinda da fazla bir şey bilmiyoruz.

Epikür’ün öğrencileri arasindaki fahişelerin en ünlüsü, onun sevgilisi olan Leontion’dur. Elimize geçen bir fragman ve ona yazılmış bir mektup, Epikür’ün ona karşı duyduğu duygusal ilginin ne kadar büyük olduğunu gösteriyor.

Her iki yazıda da, kendisine yazdığı mektup için abartılı şekilde teşekkur ediyor: ” Kurtarıcım, sultanım, sevgili varlığım Leontion, mektubunla nasıl bir sevinç fırtınası kopardın, onu okuyunca nasıl costum.”

İkisi arasındaki ilişki, tümden mutlu olmuş görünmüyor. Epikur o sıralarda yaşli ve hasta bir adamdı. Çok genç olan Leontion, arkadaşı Lama’ya yazdığı bir mektupta, onun genc sevgilisini kıskandığından yakınıyor. Epikür’ün ölümünden sonra Leontion, onun öğrencisi olan Metrodorus ile birlikte yaşadı. Leontion’un önemi, onun kişisel ilişkisinin sınırlarını aşar. Onun, bir filozoflar topluluğuna zaman zaman başkanlık ettiği konusunda hiçbir tartışma yoktur. Bundan başka o bir yazardı da; başka şeyler yanında aşk öyküleri de yazmış olmalı.

Antik dunyadakı asıl ünü, ünlü filozof Theophrast’la yaptığı yazılı çatışmaya dayanır. Theophrast, tanınmış bir bilgindi ve Aristotelesin arkasından onun felsefe okulu Peripatosun yoneticisi olmuştu.
Theophrast, aşırı kadın düşmanlığı sergileyen evlilik hakkında bir yazı yazmıştı. O, bu yazıda bütün erkekleri, özellikle de filozofları, evlenmenin tehlikeleri konusunda uyarıyordu. Leontion, buna yanıt olarak yazdığı yazıda, kadınları bu tür kötülemelere karşı çıkar. Bir fahişenin kendi cinsini korumak için böyle savunmaya geçmesi, o zamana kadar görülmemiş, heyecan uyandıran bir olay olmalı.

Plinius bunu şöyle anlatıyor: Theophrast’a karşı, konuşma sanatında o kadar büyük olan, hatta tanrısal adını kazanmış bir erkeğe karşı, hem de bir kadın….Özellikle kadın haklarının eşitliği konusundaki, bu belki de en eski tartışma yazısı hakkında, başka bir belgenin kalmamış olması, gerçekten yazık.

Hypatia’nın acı hikayesi (370 – 415)
Aydınlığın son ışığı…
İskenderiyeli astronom ve matematikçi Theon’un kızıdır.Bilimi ve zerafeti ile olduğu kadar güzelliği ile de ünlü olan bu filozof ve matematikçi Yunanlı, Atina’da eğitimini tamamladıktan sonra İskenderiye’ye yerleşmiş ve orada bir okul açmıştır. Zamanında yaşayanlarca filozof İsidorus’un karısı olduğu söylenmişse de, bunda bir yanılgı olduğu sanılmaktadır; çünkü güvenilir yazarlara göre Hypatia hiç evlenmemiştir. Babasından aldığı sağlam fikir yapısı ile kendisini Platon’un izinde buldu ve İskenderiye’de Platon, Aristo ve Suda gibi diğer filozoflar üzerine halka açık dersler verdi. En önemli öğrencisi Synesios’dur. Sonradan büyük filozof olan bu öğrencisi ona hayranlığını ve ilmine duyduğu takdirlerini bildiren pek çok mektup yazmıştır. Bu mektuplar felsefe tarihi kitaplarında bugüne kadar gelmiştir. Buna karşın Damaskios ve onun hocası İsodoros, Hypatia için filozof olarak büyük takdirlerini söylerken İskenderiye’deki Platon geleneğinin etkisi altında kalmayıp, kendi kararını verseydi geometride daha ileri olurdu fikrini ileri sürmüşlerdir. Sinosios ve Herakles’in yetişmelerinde öğretmenleri Hypatia’nın üstün gayreti teşekkürle anlatılmaktadır.
Hypatia çeşitli bilim dallarında çalışmıştı; yaratıcı olmaktan çok bir eleştirmen ve yorumcu (commentator) idi. Astronomik tablolar, Appolonius konik kesitleri ve Diophant üzerine yorumları vardır.
Hypatia’nın en parlak zamanı Arkadius’un hükümranlığı dönemine, 415’deki trajik ölümü de Arkadius’un halefi devrine rastlar.
Hypatia’nın İskenderiye’de yeni Platonculuğu yansıtan felsefesi, yaklaşımı bakımından Atina okuluna göre daha araştırmacı ve bilimsel nitelikteydi, ayrıca Atina okulu kadar mistik eğilimler taşımıyordu.

MÖ 3. yüzyıldan başlayarak altıyüz yıllık bir süre boyunca insanların İskenderiye’de başlattığı düşünsel ortamdan sonraki baskı, öğrenmekten korku bütün izleri yok etmiştir. Hıristiyanlıktan sonra filozoflar takımı Roma hükümdarının himayesinde olmaya devam ettiler ve yeni eğitim hiçbir şekilde yığınlara mal edilmedi. Hükümdar Julyana Apostata’nın onlara verdiği koruma, ölümünden on yıl sonra da devam etti. Hypatia o dönemde ilk Hıristiyanlarca büyük ölçüde putperestlikle özleştirilen öğrenim ve bilimi simgeliyordu. Bu nedenle İskenderiye’de Hıristiyanlar ve Hıristiyan olmayanlar arasındaki gerginlik ve çatışmaların öne çıkan ismi olarak görülüyordu. Eski aydınlanmanın temsilcisi olan Hypatia, Pitolemais şehrinin putperest valisi Orestes’in himayesine sığınır, Rahip Cyrillos’un İskendiriye’ye Başpiskopos olmasından sonra gerginlikler daha artar ve onun yandaşlarının oluşturduğu bir kitle tarafından sokakta linç edilir. Önce elbiseleri parçalanır ve çırılçıplak bırakılır, etleri ayrılana kadar kırbaçlanır, cesedi parçalanır ve caddelerde teşhir edilir.
Önceleri Makedonyalılar, sonra Romalı askerler, Mısırlı rahipler, Yunan aristokratları, Fenikeli denizciler, Yahudi tacirler, Hindistan ve Güney Sahra’dan gelen ziyaretçiler İskenderiye’nin parlak döneminde büyük bir uyum içinde yaşamışlardı. Büyük İskender’in kurduğu bu şehrin muhteşem bir kütüphanesi ve buna bağlı bir müzesi vardı. Bilim ve düşünce ürünleri burada çiçek açmıştı; pek çok bilim adamının yanında İskenderiyeli Theon ve kızı Hypatia da bu kütüphaneye devam edenler arasındaydı. Bu kütüphane de Hristiyan fanatikler tarafından yakılmıştır.

Hannah Arendt
Yahudi bir ailenin kizi olan Hannah Arendt 1906 da Koningsburg’da dunyaya geldi. Almanyada Heidegger, Husserl ve Jaspers da felsefe egitimi gordu. 1933 te yukselen fasizmden dolayi Almanya’ dan kacmak zorunda kalan Hannah Arend bir sure Fransa’da yaşadıktan sonra 1941’de Amerika’ya göç etti. Ölümüne dek çeşitli dek üniversitelerde politik-felsefe alanında dersler verdi. Politika alani Arendt icin ozgurluk ve insan erdemliliginin yaratildigi yerdir. 1975 te hayata gozlerini yuman Arendt’in taninmis eserleri arasinda The Origins of Totaliatarianism (1951), The Human Condition (1958) ve Eichmann in Jeruzalem (1963) yer alır. İnsan olmak ne demek, anlamlı bir hayat nasıl surdurulebilir, kotulugun yasamimizdaki yeri nedir, dusunce ile davranis arasindaki iliski nedir turunden derin filosofik sorunlar o’ nu tum hayati boyunca mesgul etti.

Hannah Arendt The Human condition (1951) adli kitabinda iki tur yasami birbirinden ayirir:
Aktif yaşam (vita activa) ve tasarlanmış yaşam (vita contemplativa). İnsan, bir yaniyla doganin bir parcasi ve onun kanunlarina boyun egmek durumunda, diger yandan ise ozgur ve verimli bir bicimde eylem yapabilme ozelligine sahip. Davranislariyla insan gercek kimligini ifade eder. Konusma, ikna etme, insiyatif alma, bir seyin icinde yer alma ve kotulugu protesto etme yetenegiyle de insan insan oldugunu gosterir. Insan eylemi her alanda surebilir ama en yuksek ifadesini politik eylemlilikte bulur. Politika, toplum uyelerinin ortaklasa ama ozgurluk temelinde yasamlarini belirledikleri ve toplumun temelini olusturduklari alandir. Tasari yasam da (vita contemplativa) hakim olan bilim ve felsefedir. Bilim bir seyin ne oldugunu, felsefe ise onun ne anlama geldigini arastirmaya yonelir. Bilim gerceklere bagli kalir, felsefe onun sinirlarini asar. Bu baglamda felsefe insan ozgurlugunun esi bulunmaz bir ifadesidir.

Hannah Arendh The Life of the Mind (1978) adli calismasinda, dusunmeyle eylem yapma, felsefe ile politika arasindaki iliskileri ortaya koymaya calisir. Filosofla politikaciligi birlestirmenin zor oldugunu soyler. Filosofun bir basinaligi ve dunyevi olmama ozelligi, politik yasamin cok sekilliligine ve tahmin edilemezligine pek uymaz. Esasinda politikaci filosof, Arendt’in kendi politik yasamina ragmen, canli bir paradokstur. Sonuc olarak sanat, dusuncenin maddeye donusturulmesidir. Bundan dolayidir ki sanat urunu ayni zamanda hassas ve narindir: madde ile canli ruhun cok hassas bir dengesidir (Prof.dr. M.A. Verkerk).

Hannah Arendt cocuklugundan beri gozlem ve deneyimlerini irdelemeye alismisti. Giderek kendini ve toplumsal deneyimlerini surekli elestiren bir kadin kisiligi gelistirdi. Bu kisiligi sayesinde bulundugu toplumu surekli tahlil edip yorumladi. Kendi deneyimlerinden yola cikan Hannah Arendt eylem ve davranis uzerine bir felsefe gelistirdi. Hannah Arendt,
dunyaya ve dunyayi bicimlendiren insanlara karsi olan aktif tutumu sayesinde politik-felsefe konusunda, okuyucuyu cagimizdaki toplumsal yasamin ve politik davranislarin temellerini yeniden irdelemeye davet eden zengin bir eser yaratmistir.

Hannah Arendt 20. yuzyılın en büyük eleştirici düşünürlerinden biridir. Toplumsal yaşama aktif olarak katkıda bulunmanın, vicdanlı ve dürüst davranmanın onemini kavramış, kendi yolunu kendi seçmiş bir kadın.

Eserleri son yıllarda Fransa, Almanya ve Amerika’da yeniden keşfedilip okunmaya ve incelenmeye başlandı.

Ayn Rand

2 Subat 1905’te Rusya’da, St. Petersburg’da, doğdu. Alti yaşında kendi kendine okumayı öğrendi ve iki yıl sonra bir Fransız çocuk dergisinde ilk hayali kahramanını keşfetti. Bu ona hayatı boyunca örnek olacak başlıca kişiydi. Dokuz yaşında roman yazarı olmaya karar verdi.
Mistisizme ve kollektivist Rus kültürüne karşı çıktı ve Walter Scott ve özellikle beğendigi yazar olan Victor Hugo ile tanıştıktan sonra kendisini Avrupalı bir yazar olarak görmeye başladı. Yüksek öğrenim yıllarında desteklediği Kerensky’nin iktidara gelişine ve başından beri yanlış ve tehlikeli gördüğü Bolşevik Devrimi’ne tanık oldu.

Savaştan kaçarak ailesiyle birlikte Kırım’a yerleşti ve orada yüksek oğrenimini tamamladı. Son komünist zaferi babasının eczanesine haciz getirdi ve yoksulluk dönemi başladı. Ailesi Kırım’dan döndüğünde, o felsefe ve tarih üzerinde araştırma yapmak üzere Petrograd
Üniversitesi’ne girdi. 1924’te mezun olurken, hakkında soruşturma başlatıldı, üniversite dağıldı  ve komünistler üniversite yönetimini devraldı. Hayatının giderek kötüleşmesine rağmen onun en çok hoşlandığı şey Batı film ve oyunlarıydı. Filmlere olan hayranlığı sebebiyle, 1924’te oyun yazarı olarak Sinema Sanatlari Enstitusu’ne girdi.1925’lerin sonuna dogru Birleşik Devletleri ziyaret etmek icin Sovyet Rusya’dan ayrılmaya karar verdi. Sovyet makamlarına ziyaretinin kısa olacağını söylemesine rağmen Rusya’ya bir daha asla dönmemeye kararlıydı. 1926’nın Şubat ayında New York’a vardı. Şikago’da altı hafta
geçirdi, vizesini uzattırıp oyun yazarı olarak kariyerine devam etmek üzere Hollywood’a gitti. Hollywood’daki ikinci gününde DeMill onu studyosunun kapısında beklerken gördü ve Kralların Kralı film setindeki işleri yürütmeyi teklif ederek, iş ve avans verdi. Böylece Ayn Rand metin okuyucusu oldu. Bir sonraki hafta studyoda 1929 yılında evlendiği
aktor Frank O’Connor’la tanıştı. Frank’in ölümü ile sona eren evlilikleri 50 yıl sürdü.

Oyun yazarlığı dışında çeşitli işlerde birkaç yıl çalıştıktan sonra bir film stüdyosunda vestiyer olarak çalıştı ve Kırmızı Piyon adlı oyun metnini 1932 yılında Universal Studyolarına sattı.
Ilk romanı olan “We The Living” (Yaşamak İstiyorum) 1933’te tamamladı. Roman, Sovyet Rusya’da komünist rejimin baskılarını ve insanların sıkıntılı yıllarını anlatmaktadır. Otobiyografik yönü ağır basan romanda baskıcı komünist rejimin bireylerin hak ve hurriyetlerine mudahalesi anlatılır. Romanda yoğun bir sosyal hayat görüntüsü altında  bireyin özel hayatının yok oluşu göz önüne serilmektedir. Rand’ın bu romanı yayınevleri tarafından reddedildi. Yillar sonra Amerika’da Macmillian ve İngiltere’de Cassell adlı yayımcılar tarafından (1936) yayınlandı.

1935 yılında “The Fountainhead” (Pınar) adlı romanını yazmaya başladı. Hikaye geleneksel standartlara karşı olan, savaşta doğruluktan taviz vermeyen ve aynı zamanda kendisini de hezimete uğratmaya çalışan güzel bir kadına aşık olan zeki, genç bir mimarı anlatmaktadır. Şu ana kadar 6 milyondan fazla satılan bu roman her yıl 100 binden fazla genç okuyucuya ulaşıyor. Ayn Rand Pınar’ı şöyle tasvir ediyor: Sonu ne olursa olsun insanoğlu yaşamının şafağında doğası ve hayat potansiyeliyle ilgili mükemmel vizyonunun peşine düşer. Bu vizyonu bulmak için bir kaç ipucu vardır. Pınar bunlardan biridir. Pınar son kısmında gençlik ruhunun önemini vurgulamakta, insanın şerefinin önemine işaret etmekte ve bunların hangi ortamda yaşayacağını göstermektedir. Pınar da 12 yayıncı tarafından reddedildi fakat sonunda Bobbs-Merrill tarafından yayına kabul edildi ve 1943’te yayınlandı, hemen klasik haline geldi ve Ayn Rand romanla birlikte bireyci felsefenin şampiyonu olarak tanındı.

Ayn Rand 1943’ün sonlarına doğru Pınar’ın senaryosunu yazmak üzere Hollywood’a geri döndü, ancak savaş zamanının kısıtlamaları bu projeyi 1948 yılına kadar erteledi.

Bu arada “Anthem”(Ben) hikayesini yazdı. “Ben”; bir nükleer savaştan sonra ortaya çıkan totaliter sistemde yaşayan bir kimsenin, sözlüklerden ve toplumsal hayattan silinen, yeri “biz” kelimesi tarafından doldurulan “ben” kelimesini ve kendini keşfedişinin hikayesidir. Rand bu hikayede “gerçek özgürlük”ün ne olduğunu en kısa ve en veciz şekilde dile getirmiştir.

Prodüktör Hal Wallis için oyun yazarı olarak çalışan Rand, 1943’te, en büyük romanı olan Atlas Shrugged’i yazmaya başladı. New york’a geri döndü ve zamanının tamamını Atlas Shruged’i tamamlamaya adadı.1957 yılında yayımlanan Atlas Shrugged onun en büyük başarısıydı ve son roman çalışması oldu. Bu roman ABD’de entelektüel açıdan bir dönüm noktası olmuştur ve 40 yılı aşkın bir süredir “best-seller”dir. Dünyanın motorunu durduracağını söyleyen ve gerçekten durduran bir adamın hikayesidir. Dünyanın motoru nedir? Her insanın motive edici gücü nedir?

Günümüzde bu kitabın bir felsefi devrim olduğu söylenmektedir.

Rand kendisini aslında roman yazarı olarak görmesine rağmen, hayali roman kahramanları yaratarak, bireyci felsefesinin ilkelerini tanıtırken insanlara veya en azından düşünme zahmetine katlananlara kendi içinde tutarlı, dürüst ve rasyonel bir yaşam tarzı sunmayı amaçlıyordu. Bundan dolayı Rand, Objektivizm felsefesi hakkında yazmaya ve ders vermeye başladı.

Bir roportajda Ayn Rand’a objektivizmin ön kabulleri nelerdir ve nereden başlar diye sorulduğunda şöyle demiştir: Objektivizm mevcudiyetin var olduğu aksiyomuyla başlar. Bu aksiyom objektif bir gerçekliğin duygularımızdan, hislerimizden, dileklerimizden, umutlarımızdan veya korkularımızdan bağımsız olarak var olduğunu belirtir. Objektivizm insanın gerçekliği algılamak ve eylemlerine yol göstermek için tek aracının mantık olduğunu savunur. Mantık derken insanın duyularıyla elde ettiği bilgileri tanımlayan ve düzene sokan
işlem kastediliyor. Objektivist etiğin değer standardı, insanın insanca vasıflarını muhafaza ederek yaşaması, yani insan hayatı için, ya da diğer bir deyişle rasyonel bir varlığın kendine yakışır şekilde hayatta kalması için gerekli olan neyse odur. Objektivist etik özünde insanın  kendi iyiliği için yaşadığını, kişisel mutluluğunun en yüksek ahlaki amacı olduğunu ve ne kendini başkaları için ne de başkalarını kendisi için feda etmesi gerektiğini savunur.

Ayn Rand 1962’den 1976’ya kadar felsefi denemeler yazmaya devam etti.

Makaleleri 9 kitapta toplandı ve objektivizme ilgi duyanların felsefi çalışmalarda ilk başvuru kaynağı oldu. 6 Mart 1982’de New York’daki apartman dairesinde öldü.

Ayn Rand’ın hayattayken yayımlanan her kitabı hala basılmaktadır. Kitapları her yıl 500.000 adet satılmaktadır. Şimdiye kadar satılan Rand kitaplarının sayısı toplam 20 milyondan fazladır. Ölümünden sonra da bazı çalışmaları izleyicileri – hayranları tarafından yayınlandı. Onun insana bakış açısı ve felsefesi binlerce okuyucunun yaşamını değiştirdi.

Rand’ın Amerikan kültürüne olan etkisinin büyümesiyle birlikte ülkedeki felsefi hareketlilik arttı.

Filozofun diğer eserleri objektivizmi anlatan makalelerinden olusturulan kitaplardir: For The New Intellectual, Capitalism:The Unknown Ideal, The Romantic Manifesto, The New Left, Objectivist Epistemology, Basic Principles of the Objectivism, Objectivist Newsletters, The Virtue of Selfish Philosophy: Who Needs It?

Ve daha bir çok kadın filozof insanlık tarihine önemli katkılarda bulundular:

Tullia d’Aragona (1508/10-1556)
Teresa von Avila(de Jesus) (1515-1582)
Olympia Fulvia Morata (15526-1555)
Moderata Fonte (1555-1592)
Lucretia Marinella (1571-1653)
Marie Le Jars de Gournay (1565-1645)
Anna Mania von Schumann (1607-1678)
Mania Gaitana Aknesi (1718-1799)
La ura Mania Catharina Bassı (1711-1778)
Dorothea Cristiane Erwleben
Yeporin (1715-1762)
Olympe de Gouges (1748-1793)
Mary Wollsttonecraft (1759-1797)
Dorothea Schlözer (1770-1825)
Sophie Germain (1776-1831)
Claire Demar (1800-1833)
Flora Tristan (1803-1844)
Harriet Hardy Taylor-Mill (1807-1858)

Kaynaklar :
Kadın Filozoflar
Marit Rullmann
Çeviri: Tomris Mengüşoğlu
Kabalcı Yayınevi

DIOGENES LAERTIKUS , Leben und Meinungen beruhmter Philosophen. 3.Baskı
Hamburg 1990. II Kitap.
POESTION, Josef . Arete, Lais. Ic. Ayy. Griechhische Philosopinnen.
Norden 1885. s.175-178 ve 160-175.

CEMİL SENA, Filozoflar Ansiklopedisi. I. C

Deniz KARTAL

Dünyalılar (www.dunyalilar.org)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu