Osmanlı-Türk Aydınında Yabancılaşma Sorunu (I)
Erol Anar
Türk aydını, yaklaşık iki yüz yıldan fazla bir zamandır, Avrupa Merkezli Yabancılaşma’nın etkisi altındadır ve kimlik probleminin temelinde de bu yatar. İslâmcısından sosyalistine, liberalinden ulusalcısına herkes bu yabancılaşmanın etkisi altındadır. Lâle devrinde başlayan ve Tanzimat Fermanı ile hız kazanan “Batılılaşma hareketi” çağdaşlaşmanın tek ve vazgeçilmez yolu olarak gőrülmüştür. Cumhuriyet dőneminde ise, Avrupa Merkezli yabancılaşma aydınlar eliyle toplumun tüm kesimlerine yaygınlaştırılmıştır.
“Batı Uygarlığı”nın üzerinde yükseldiği temeller
Ȍncelikle kısaca Batı düşüncesinin hangi temeller üzerinde yükseldiğini irdelemek gerekiyor. “Batı Uygarlığı”, Antik Yunan, eski Roma ve daha sonra Hıristiyanlık düşünceleri üzerinde yükselmiştir. Antik Yunan düşüncesi ise kaynaklarını, -Hint, Arap, Çin- yani “Doğu” düşüncesinden sağlamıştır. Aristoteles’ten Platon’a birçok filozof bunu çeşitli defalar ortaya koymuş ve ifade etmiştir. Avrupalılar, “Doğu”da yüzlerce yıldır kullanılan araçları alarak geliştirmişlerdir. Ȍrneğin “Doğu”uygarlıklarının çoğunun parlak dőnem yaşadığı V. Ve XII. yüzyıllar arasında Avrupa, Ortaçağ’ın karanlığına gőmülmüştür.
“Hem coğrafi hem de kültürel varlıklar olarak tabiatıyla tarihsel varlıklar da ‘Doğu’, ‘Batı ’ gibi bőlgeler yerler, coğrafi kesimler insanların icadıdır. Dolayısıyla Batı kadar Doğu’nun da Batı ’da ve Batı için ona gerçeklik ve varlık kazandıran bir düşünce tarihi ve geleneği, simgeleri ve sőzcük dağarcığı vardır.”[1]
Braudel, “Batı”nın İslâm aleminden ve “Doğu”dan birçok şeyi ődünç aldığını belirtir: gümrük, mağaza, mavna, ipek, pirinç, şekerkamışı, kâğıt, pamuk, Hint rakamları, abaküsle kesin hesap yapma sistemi, top barutu, pusula, yani birçok değerli ve aktarılan ürün. Braudel’e gőre bu ődünç almaların gerçekliğini kabul etmemek, geleneksel tarihçilerin yarattığı “Batı”dan; yani her şeyi dahiyane bir şekilde icad eden, teknik ve bilimsel akılcılık yollarına tek başına dalan ve ilerleyen bir “Batı”dan vazgeçmek demektir. [2]
Cemil Meriç ise, “Batı”nın düşünce sefaletini belgeleyen kelimelerden birisi olarak kültürü gőrür ve “Batı” kültürünü kaypak, karanlık, samimiyetsiz olarak niteler. Ve Batı ’da kültür kelimesinin bir bukelamun gibi çok çeşitli anlamları olduğunu belirtir.[3]
Avrupa; yansıması güçlü toplumsal, sınıfsal ve ulusal mücadelelerin yaşandığı, aydınlanma felsefesinin odaklandığı bir merkez olmuştur. Ancak bütün bu kazanımlar insanlığın Afrika’dan Asya’ya ortak mirası üzerinde yükselmiş, konjonktürel olarak çeşitli içsel ve dışsal nedenlerle Avrupa’da filizlenmiştir. Işık, “Doğu”dan yükselmiş ve Avrupa’da aydınlanmayı ateşlemiştir.
“Doğu” kültürleri Batı ’ya oranla çok daha kőklüdür. Ȍrneğin yaklaşık beş bin yıl őnce, Avrupa barbarlık çağını yaşarken, Hindistan’da kadın felsefeciler vardı. Eski Çin’de felsefe binlerce yıl őteye uzanmaktadır. Yine Aztek, Mısır, Maya, eski “Ortadoğu” uygarlıkları, insanlığın gelişimine son derece őnemli katkılarda bulunmuşlardı.
“Doğu için modernlik esas itibariyla Batı’nın siyasi, ekonomik ve askeri kontrolü altına girmek demekti. Modern Doğu, Batı tarafından işgal edilip yenilerek ve sőmürülmekle doğmuştu.”[4]
“Batı”, sőmürgecilik ile dünyanın dőrt bir tarafına egemen olmuş ve geri bıraktırılmış uygarlıkların araçlarını geliştirerek, bunları kendi icadı gibi sunarak gelişmiştir.
“Batılılaşma” hareketi
Osmanlı İmparatorluğu içindeki “Batılılaşma” tartışmaları, İmparatorluğun gerilediği yıllara rastlar. “Batılılaşma” tartışmalarının başladığı dőnem Lâle Devri’dir. Bu hareket, “ıslahat”, “Batılılaşma”, ya da “muasırlaşma” olarak adlandırılmıştır. “Batılılaşma” tartışmalarının, devletin güçsüzleşmeye başladığı, İmparatorluğun sınırlarının geri çekildiği ve Osmanlı kimliğinin kesinlikle Avrupalı olarak kabul edilmediği dőnemde başlaması, Osmanlı aydınını da kendisini tanımlamaya ve doğrudan bağlı olduğu devleti nasıl kurtarabileceği üzerine kafa yormaya itmiştir. (Bu dőnemde Avrupa da kőktenci değişiklikler getiren devrim ve çalkalanmalar yaşanmaktadır.)
Osmanlı aydınında, -Yeni Osmanlılar, Jőn Türkler ve İttihatçılar ki bunların hepsi aynı temele dayanır- bu dőnemden itibaren Avrupa hayranlığı, taklitçiliği, őykünmesi başlamıştır. Osmanlı aydınının zaten içinde bulunduğu kimlik sorunu bu dőnemde daha da içselleşmiştir. Zaten toplumla hiçbir bağı olmayan bu aydın tipinde, elitist yőnelme o dőnemlerde ortaya çıkmıştır. Bu aydın tipi, bürokratik aydındır ve çıkarları devletin çıkarlarıyla çakışmaktadır.
“Yerli ve yabancı burjuvazi tarafından korunarak etkin bir biçimde desteklenen ve giderek siyasal bir nitelik kazanan bu muhalefetin ilk őrgütlü ürünü, Genç Osmanlılar ya da 1. Jőn Türk hareketidir.”[5]
“Batılılaşma” düşüncesi, ilk “Batı” tipi okulun “Hendesehane”nin kurulduğu 1734 yılına, yani Lâle Devri’ne kadar uzanır. Bu dőnemde yavaş yavaş “Batılılaşma” düşüncesi aydınlar arasında tartışılmaya başlar.
“Űlkemizdeki modernleşme hareketlerinin başlangıcı ile ilgili yorumlar değişik olmakla beraber bunu II. Ahmet dőnemine kadar uzatmak mümkündür. Bu dőnem zarfında Osmanlıda başlayan gerileme, devlet katında eski dőnemin sorgulanmasına ve mücadele içinde bulundukları Avrupa devletlerindeki değişimlere yőnlerini çevirmelerine yol açmıştı. Devlet erkanı arasında başlayan bu ilk tartışma, modernleşme adına eski bir askeri teşkilat olan Yeniçeri Ocağı’nın yanına Nizam-i Cedit Ocağı’nın kurulmasıyla ilk somut sonucunu vermişti.”[6]
Osmanlı aydınında filiz veren bir düşünce de, dinin, kültürün ve gelişmenin sınırlarını daralttığı, dolayısıyla “Batılı” düşüncenin őnünde engel teşkil ettiği düşüncesidir. Bu, őnceleri dolaylı olarak dile getirilmiştir.
“Son dőnem Osmanlı siyaset sahnesinde kabaca ortaya çıkan bu ikili yapı (Batılılaşmacı – Gelenekçi) içerisinde Batılılaşmacılar kendilerine muhalif gőrdükleri gelenekçilerin tersine, dini, yenilginin sorumlusu olarak ilan etmelerinden dolayı, Batı’nın doğal bir süreç içinde geliştirmiş olduğu araçları, gerektiğinde zor kullanarak eski kültürünü olabildiğince dar alanlara hapsederek ve ideolojik bombardımanla modern ve Batılı bir kültür üretme projesini ortaya çıkardılar.”[7]
Bu süreç Rusya’da da benzer bir şekilde yaşanmıştı. Seçkinler, “Slavcı ve Batıcı” olarak saflaşmışlardı. Fakat iki grup da yabancılaşmıştı.
Koyré, her iki grubun da “Batılılaştığını” ve “Batı”ya gizli bir hayranlık duyduğunu yazar.[8]
Tanzimat Fermanı ile “Batılılaşma” tartışmaları hız kazandı
3 Kasım 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile “Batılılaşma” tartışmaları hız kazanıyordu. Ferman ile Osmanlı uyruklarına birtakım haklar tanınıyordu. Ve Ferman, gőnüllü bir kendini sınırlama şartıydı. Ferman, Avrupa devletlerinin isteği sonucu hazırlanmıştır temelde.
Ahmet Rasim, Padişah’ın bu reformların esasından ayrılmayacağına yemin etmesini ve Ferman’ın bir güvence belgesi olarak yabancı elçilere resmen bildirilmesini, devletin yeni bir biçime girmek üzere iyi bir reformu gerçekleştirmeye hazır olduğu şeklinde yorumluyor.[9]
Oysa Devletin bu Fermanı “Batılı” devletlerin baskısıyla gündeme getirdiği bir gerçektir. Bunun argümanı da, bu Ferman’ın “Batılı” elçilere resmen bildirilmesidir. Rasim’in bu yorumu Avrupa hayranlığının vardığı boyutları gőstermektedir.
“Tanzimat, vitrindeki Batılı gőrüşüne bakılarak, Batılılaşma hareketi diye hâlâ ővülür. Hareketin başmimarı Mustafa Reşit Paşa, ‘büyük’ sıfatıyla anılır. Yalnız bu Batılılaşma , sőmürge ve yarı sőmürge haline getiren cinsten bir Batılılaşma, bir uydulaşmadır.”[10]
Sencer, Islahat ve Tanzimat Fermanları’yla Osmanlı İmparatorluğu’nu yarı sőmürge durumuna düşüren bir sürecin geleneksel yapıda yeni ilişki ve oluşumlarda kaynağını bulduğunu ve bu sürece ters düşen geleneksel hukukun yerini Batı kőkenli bir hukuka bırakması biçiminde belirdiğini belirtir.[11]
“Batılılaşmaya” dőnük bu hareketler őzellikle yeniçerilerde sert tepkilere yol açmıştır. (Ȍzellikle III. Selim dőneminde Nizam-i Cedit’in kurulması olayında olduğu gibi) Selim’den sonra tahta çıkan II.Mahmut dőneminde de aynı çabalar sürmüştür.
“Sultan II. Mahmut’u halk gőzünde sevimsizleştiren olaylardan birisi de o dőnemlerde alafranga denilen Avrupa biçimi davranış ve uygulamalardı. Ȍrneğin sivil ve askeri dairelerden bazılarına Padişah’in resminin gőnderilip asılması bunlardan birisidir.”[12]
“Batılılaşma”, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e hep biçimsel olarak ele alınmıştır. Bu aydın tipi, düşünsel anlamda kendisini geliştirmek yerine, vitrinde “Batılı” bir imaj vermeyi yeğlemiştir.
“18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, Avrupa tüccarlarına sağlanan ayrıcalıklar, Osmanlı Devleti’nin kendi vatandaşlarına sağladığı ticari hakların çok őtesine geçmiş, hem Müslüman hem de zimmi olarak adlandırılan gayri müslim Osmanlı tüccarları mustemin karşısında rekabet edemez duruma gelmişlerdi.”[13]
1535’te Fransa, 1580’de İngiltere’ye verilen kapitülasyonlar, sőmürgeleştirmenin ilk adımıydı. 1569, 1581, 1597, 1614, 1673 ve 1740 yıllarında ise yeni kapitülasyonlar verildi. 1838 Ticaret Anlaşması’yla ise, Osmanlı İmparatorluğu bir yarı sőmürge durumuna getiriliyordu.
Oryantalizm
“Batılı” devletler, giderek güç yitiren Osmanlı İmparatorluğu’nu “Batılılaşmaya” dőnük yasal ve idari düzenlemeler yapmaya zorluyorlardı. Çünkü bőyle olduğunda sőmürgecilik ilişkisi daha rahat kurulabilecek ve oyun kurallarına gőre oynanacaktı. Ayrıca Oryantalizm ile Avrupalılar, “Doğu”yu nasıl sőmürgeleştirebileceklerinin ve toplumları kendilerine nasıl yabancılaştırabileceklerinin teorisini yapıyorlardı.
Edward Said, Oryantalizmi, giderek “Batı”nın dışındaki ayrı bir dünyanın őğrenilmesi, yőnlendirilmesi ve daha sonra kullanılması için gősterilen gayretlerin tamamı olarak tanımlar. Said’e gőre, kullanılma olayı “Doğu” toplumlarının eritilmesi, asimilasyonu ile noktalanacaktır. Bu politik ve kültürel gayretler, “Doğu”yla ilgili düşünülen, ileri sürülen tespitlerin belirli kalıplara oturtulmasıyla sonuçlanmıştır. [14]
Cem’e gőre, “Batılılaşma” hareketleri aslında çok küçük bir azınlığın ve yabancıların őzel sermaye ve mülkün çıkarını, güvenliğini sağlayan, geniş halk kitlelerine hiç ama hiçbir şey getirmeyen hareketlerdir. Getirmemesi bir yana, günümüze dek sürecek kültür ikiliğine (düalizmine) halk kitlelerinin daha geniş çapta ve daha rahat sőmürülmesine hizmet etmiştir.[15]
“III. Selim’in Islahat hareketleri, İdareye Avrupaî bir manzara vermek amacı taşır. II. Mahmut, Batılı yaşayış tarzının ve kurumlarının memlekete ithali ile İmparatorluğu kurtaracağı kanısındadır. Tanzimat Paşaları, Batı’ya benzemek tutkusunu Avrupa devletlerinin maşası olacak kadar ileri gőtürmüşlerdir. Jőn Türklere gőre, Avrupaî ‘hürriyet’ anlayışının aynen uygulanması tek çőzüm yoludur. İttihatçılar, aynı gőrüşleri ‘milliyet’ çerçevesinde savunmaktadırlar. Atatürk dőneminde dava, Batı medeniyetine yaklaşmak ve ona benzemektir.” [16]
İki yüz yıldan fazla bir zamandır Osmanlı ve Türk devleti ‘idareye Avrupaî bir manzara vermek istemekte’, ancak bunu başaramamaktadır. Bu başarısızlığın çeşitli nedenleri olmakla birlikte, tarihsel olarak Türk devletlerinin militarist çekirdek üzerinde őrgütlenmesi, yapılan düzenlemelerin yerine oturmamasını getirmekte, bunların vitrinde ‘durumu kurtaran’ birer imaj olarak kalmasına neden olmaktadır. Ayrıca diğer őnemli bir faktőr, “Batı ” ülkelerinin Türkiye’yi (daha őnce Osmanlı’yı) Avrupa değerlerinden çok, “Ortadoğu” değerleri ve kimliğine sahip bir ülke olarak gőrmeleridir. Bu kanı, yüzyıllardır, hatta Türkiye ile Avrupa Birliği üyeliğine adaylık gőrüşmeleri yaparken dahi değişmemiştir.
“Batılılaşma” hareketinin Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayıp kendilerine pay çıkarmak isteyen kapitalist Avrupa devletleri ile içerideki yőnetici sőmürücü kadroların hakimiyetlerini sürdürmek amacıyla giriştikleri bir hareket olduğu, son bilimsel araştırmalarla gősterilmiştir ve ancak son yıllarda açıkça sőylenebilmektedir. Batılılaşma bizde, hakim durumlarını yeni şartlara (yeni ekonomik ve tarihsel şartlara) uydurmak ve sağlamlaştırmak isteyen hakim zümrelerin ideolojik silahıdır.” [17]
Osmanlı’da aydın hareketleri ve “Batılılaşma” düşüncesi
Ȍrneğin, 1865 yılında kurulan Yeni Osmanlılar Cemiyeti, Devletin sorunlarını “Batılı” yőntemlerle çőzüm bulunacağına inanmaktadır. Mustafa Fazıl Paşa’nın başkanı olduğu Cemiyet üyeleri arasında Namık Kemal, Kayzade Reşat, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi isimler de yer alır. Bu aydınlar, Fransız devriminin kavramlarından etkilenmişlerdir. Bu, “Batılı” anlamda ‘őzgürlükçü bir hareket’ olarak da nitelendirilir. Ancak bence ilerici yőnleri olmakla birlikte, yine “devlet nasıl kurtulur” sorusuna yanıt aramakla kendisini sınırlandırmış bir harekettir. Ȍrneğin Yeni Osmanlılar Cemiyeti içindeki Nuri Bey tam da bu tanıma uygundur. O “hem sadık hem de muhalif” olarak tanımlanmıştır. Çünkü bu hareketin üyeleri genelde subay, yazar ve memurlardan oluşur. Düşünce şekilleri, ilerici őzgürlükçü kavramlardan etkilenmelerine karşın hâlâ devletçidir ve aynı zamanda Avrupa hayranıdır. Bu hareketin őnemli bir őzelliği de, basını kullanarak düşünce, gőrüş ve eleştirilerini dile getirmekti; bu anlamda çeşitli yayınlar çıkardılar.
Yeni Osmanlılar hareketi, Osmanlı tarihindeki “Batılı” anlamda “özgürlük hareketlerinin” başlangıcını oluşturur. Bunların amacı, anayasal bir sistem yaratmaktı. Sultan Abdülaziz’in 1868 seyahatinde Fazıl Mustafa Paşa, Padişah’tan af dilemiş ve barışarak İstanbul’a dönmüştür. Bu, Osmanlı aydınının uzun süreli bir muhalefet sürdürmeye ve zorluklarla boğuşmaktansa, İmparatorluğun őnünde diz çőkerek kendi çıkarlarını garanti altına alma yőntemidir. Avrupalıların, Jőn Türkler olarak adlandırdığı Osmanlı aydınlarında, İttihatçılarda ve Cumhuriyet dőnemi Türk aydınlarında da buna benzer davranışlar sıkça gőrülecektir.
Hilav, “Batılılaşma” hareketinin iç dinamikten ve sınıf mücadelesinden gelmediğini ve hakim zümrelerin kendi iktidarlarını uzatmak için giriştikleri, ama herhangi bir yapı değişmesini de gerçekleştiremeyen yalınkat bir hareket olarak değerlendiriyor. [18]
Meşrutiyet’in ilanında da “Batı”nın baskılarının őnemli rolü olmuştur. Daha sonradan Kemalizm’in kadrosunu oluşturacak, İttihat ve Terakki üyeleri ise, Avrupa devletlerine umut beslemeyi sürdürüyorlardı.
İnőnü hatıralarında, Meşrutiyet ilan edildiği zaman Fransa ve İngiltere’ye sempati duyduklarını belirtir.[19]
Jőn Türkler arasında őzgürlükçü fikirler olmasına karşın, hiçbir zaman Padişahlık sistemini reddetmemişlerdir. Bunların siyasal gőrüşleri de homojen değil, farklıdır kendi içlerinde. Avrupa’ya kaçan Jőn Türkler burada yayınlar çıkartıyor ve muhalefetlerini yapıyorlardı. Bunların bazıları da Padişahlık rejimi tarafından sürgün edilmişlerdir. Prens Sabahattin ise Paris’te bulunan Jőn Türkler arasında yükselen bir isim oldu. Prens Sabahattin, II. Abdülhamid’in, Avrupalıların, őzellikle de İngilizlerin yardımıyla düşürülmesi gerektiğini őneriyordu. (Buradan onu daha yakından tanıyabilirsiniz)
Başkaya’ya gőre, Türkiye’de aydınlar genellikle Avrupa merkezli yabancılaşmayla malüldürler ve sorunlara kendi ülkelerinden değil, emperyalist metropollerden bakarlar. “Batılı” aydınlar her dőnemde onları büyüler, “Batı”da ortaya çıkan her yeni akım onların kafalarını bulandırır. İdeolojik-entelektüel bağımlılık yeni ve őzgür bir şey üretmelerini engeller. “Batı” hayranlığı gőzlerini kőr etmiştir. “Batı”nın emperyalist, sőmürgeci, ırkçı, Avrupa merkezli yüzünü ekseri gőrmeme eğilimindedirler. Oysa “Batı”nın bu tarafa yansıyan gerçek yüzü, hep bu yüzü olmuştur. [20]
İlk Anayasa: Kanûn-ı Esâsî
Genç Osmanlılar, Meşrutiyet yőnetimini savunuyor ve anayasal bir sistem őngőrüyorlardı. 1876 yılında Birinci Meşrutiyet’in ilanı ile, ilk anayasa olan Kanûn-ı Esâsî ilan edildiyse de kısa süre sonra askıya alındı. 119 maddeden oluşan Kanûn-ı Esâsî ilk maddeleri, Padişah’a verilen olağanüstü yetkileri tanımlıyordu. Padişah dokunulmazdı, savaş ve barış ilanından parlamentoyu dağıtmak ya da toplamak gibi yetkilere sahipti bu anayasaya gőre.
Gőrüldüğü gibi ilk anayasa olması bakımından őnemli, bazı sınırlı haklar getiren bu anayasa, yine de rejimin ve onun temsilcisi Padişah’in yetkilerini hak ve őzgürlüklerden yana değiştirememiştir.
İkinci bőlümde ise halka ait haklar sıralanıyordu. Osmanlı devletinin uyruğunda bulunan bütün kişiler din ayrımı olmaksızın Osmanlı olarak niteleniyordu. Ancak buna rağmen başka bir maddede devletin resmi dininin İslâm olduğu vurgulanıyordu. Kendi içinde, bu gibi çelişkiler de barındırıyordu. Osmanlıların, kişisel őzgürlüğe sahip oldukları da dile getiriliyordu. 12. madde ile de matbuat kanun dairesinde serbest bırakılıyordu. Bunlar őzünde o zamanki konjonktür içinde insan hakları açısından yetersizliğine karşın őnemli maddeler olsa da, sőzde kalmış ve gerektiği şekilde uygulamaya geçmemiştir.
Muhalefetten devlet memuriyetine Jőn Türkler
Fransızca’da, Jőn Türkler (Jeune Turc-Genç Türk) anlamına gelmektedir. Bu adı da ilk kez Avrupalılar kullanmıştı.
Padişah, Jőn Türklere bazı reform sőzleri vererek onları İstanbul’a dőnmeye davet etti bazı aracılar vasıtasıyla. Mizancı Murat Bey de dőnmeye ikna olanlar arasındaydı. Hatta gazetesinin yayınını bile durdurmuştu bu amaçla. Bir memuriyete razı olmuştu. Ancak Padişah sőzlerinin hiçbirisini tutmadı. Burada Padişah, Avrupa’da olduklarından dolayı ezemediği muhalefeti, bőlerek, hatta bazılarına mevki vererek yok etmeye, etkisizleştirmeye çalışmıştır.
Yine Jőn Türk hareketi őnderlerinden birisi olan Ahmet Rıza Bey, “devleti kurtarma” düşüncesini taşıyordu. Ahmet Rıza bey’in babası Ali Rıza Bey, İngilizlerle olan dostluğundan, İngilizce bilmesinden ve giyiminden dolayı, “İngiliz Ali” olarak anılmaktadır. Ahmet Rıza Bey ise Fransız ekolündendir ve pozitivist bir insan olarak tanınır o dőnemde. O da “Osmanlı devletinin nasıl kurtarılabileceği” üzerine kafa yormaktadır. Kendisi hakkında soruşturma başlayınca, Padişah’tan yardım istediği rivayet edilir.
Jőn Türk hareketi üyelerinin çoğunun ortak bir ideolojisi de olmadığından, uzun süreli muhalefeti sürdürememiş ve sonuç olarak kendi başlarının çaresine bakmak istemişlerdi, Osmanlı Devleti de bu durumdan iyi yararlanmıştır.
“Batılılaşma” fikrini ilk ortaya atanlardan birisi olan Ziya Paşa ise, diğer Genç Osmanlılar gibi, Avrupa’ya kaçarak burada muhalefet etmeyi tercih etmiştir. O da 1870’li yıllarda İstanbul’a dőndü ve bazı memuriyetliklere atandı. Maarif Müsteşarı idi, daha sonra Suriye Valiliği’ne atandı.
Ahmet Rıza Bey, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a dőndüğünde “hürriyetçilerin babası” olarak karşılandı ve Meclis’i Mebusan’a başkan oldu. Fakat İttihatçılarla arası bozuldu ve Sultan Vahdettin tarafından Ayan Meclisi üyeliğine getirildi.[21]
Ali Suavi ise o dőnem hırçın tavırlarıyla dikkati çekmiş bir Osmanlı aydınıdır. Fransa’da bir gazete ve kitap basımı ile uğraşan Jőn Türklerden Ali Süavi, II. Aldülhamid’in kendisini Saray Kütüphanesi’ne atamasıyla geri dőner.
Osmanlı aydını, “memur-aydın”dır; değişikliği sadece en fazla Padişah değişikliği olarak algılamıştır bu yüzden. Ve kendisini biraz da memuriyetin verdiği bağ ile, “devleti kurtarmaya” adamıştır.
Gőrüldüğü gibi Jőn Türk liderlerinin çoğu şu ya da bu nedenle geri dőnmüşler ve sonuç olarak kendi başlarının derdine düşmüşlerdir. Padişah tarafından kendilerine ihsan edilen memuriyetlere razı olmuşlardır. Onları, Avrupa da kurtaramamıştır.
Sadık Rıfat Paşa, Şinasi, Ali Süavi, Namık Kemal, Abdullah Cevdet, Ahmet Mithat gibi aydınlar “Batılılaşma” hareketinin őncülüğünü yapıyorlardı. Bu dőnemin aydınının bakışı Namık Kemal’in “Ma’rifet güneşi Batı ’dan doğdu. Eski medeniyetin kıyamet sabahı geldi yetişiyor.” sőzleriyle őzetlenebilir. Kemal’in “eski medeniyet” dediği şey “Doğu kültürleri”dir. Kemal’in, “Doğu” medeniyetlerinin “kıyamet sabahı”nı sevinçle karşılaması da yabancılaşmanın da boyutlarını ortaya koyuyor.
Abdülhamid’in baskı hükümetinden İttihat ve Terakki baskı hükümetine
Jön Türkler, 1889’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni kurdular. Cemiyet, II. Abdülhamid’e Meşrutiyeti tekrar ilan etmesi için baskı yaptı.
Dünyadaki gelişme ve devrimler, Osmanlı aydınlarını da etkiliyordu. Komünün kurulduğu günlerde Paris’te bulunan Reşat bey, komünarlarla birlikte çarpışıyor ve komünü 1871 yılının en önemli olayı olarak niteliyordu. Namık Kemal de, ‘İbret’ adlı gazetesinde Paris Komünü’nü savunuyordu.
1905 Rus devrimi, Jön Türk hareketi üzerinde etkili oluyor ve devrim sonrası heyecanla izleniyordu. Bu dönemde, birçok subay Jön Türk hareketine katılıyordu. Jön Türk hareketi anayasal rejim ve özgürlüklerin kazanılması için, Abdülhamid’in istibdat rejiminin karşısına çıkıyor, ancak bunu devletin korunması adına yapıyordu. Yani Jön Türk hareketi, özünde Osmanlı siyasal anlayışından bir kopuş değildi.
‘Bunun bir nedeni, mütareke dönemi aydınının ‘devlet kurmak’ kaygısından farklı olarak, meşrutiyet aydınının ‘devleti kurtarmak’ misyonu üstlenmiş olmasındandır.’[22]
Hüseyinzade Ali bey’in de belirttiği gibi bütün Jön Türkler, Aldülhamid’e babalık görevini yerine getirmekte kusuru olan bir baba olarak bakıyorlardı.
… Görüldüğü gibi Osmanlı aydınları, “batılılaşma’ya karşı ya da taraftar görüşler dile getirmiş ve böyle bir saflaşmaya girişmişlerdir. Ancak her iki grubun içerisinde de birçok farklı görüşler vardır. Abdulllah Cevdet, Sadık Rıfat Paşa, Celal Nuri İleri, Namık Kemal, Şinasi gibi bilimsel ve özgür düşünceye önem veren aydınlar da vardı.
Padişah, Meşrutiyeti ilan etmeyince, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne bağlı bulunan birlikler ayaklandı. II. Abdülhamid, bunun üzerine ikinci kez Meşrutiyeti ilan etmiştir (1908). 1876 Anayasası tekrar yürürlüğe girdi. Anayasa değişikliği ile Padişahın meclisi kapatması zorlaştırılmıştır. İttihat ve Terakki, II. Abdülhamid’i tahttan indirmiş, yerine V. Mehmet Reşat padişah yapılmıştır.
Bu dönemde ülkeyi İttihat ve Terakki Cemiyeti yönetti. İttihatçılar, yönetimde Türkçülük fikrine önem verdiler. Basına uygulanan sansür kaldırıldı. Birinci Meşrutiyet’ten farklı olarak Padişah’ın yetkileri kısıtlanmış ve meclis kapatma yetkisi hâlâ onda olmasına karşın kısıtlanmıştır. Toplantı őzgürlüğü gibi bir takım haklara da vurgu yapılmıştır.
İkinci Meşrutiyet dönemi genel olarak İttihat ve Terakki hükümetlerinin yönetiminde geçti. Devlet yönetiminde İttihat önderleri Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa őne çıktılar. İttihat ve Terakki Cemiyeti, Osmanlıcılıktan Türkçülüğe geçişin kaynağı olmuştu. II. Meşrutiyet ile devleti yőnlendiren ve onu denetleyen bir yapılanma idi; Jőn Türklerin devamı olarak da nitelenir.
Abdullah Cevdet, İttihat ve Terakki’ye dőnüşecek olan kurumun kurucusu idi ve “Batı” yanlısı gőrüşleri ile dikkat çekiyordu. Kendisi buna rağmen gőrüşleri dolayısıyla İttihat ve Terakki hükümeti tarafından çeşitli baskılara maruz kaldı.
İttihat ve Terakki hükümeti, Türkçü ideolojiye sahip olmasına karşın, “Batı” yanlısı, “Batı”nın güdümünde bir politika izledi genel olarak. Őzellikle Enver Paşa, tam bir Alman hayranıydı. Birinci Dünya Savaşı’nın bittiği yıl olan 1918 yılı, aynı zamanda İttihat ve Terakki hükümetinin de sonu idi. Ancak Cemiyet kendisini hukuken feshetse de, İttihatçı anlayış sürdü. Hatta İttihatçı anlayışı savunanlar günümüzde de vardır. Türkiye’de bütün hükümetler de İttihatçıların politikalarına sahip çıkar ve onların gerçekleştirdiği Ermeni soykırımı gibi olguları da şiddetle reddederler.
Enver, Talat ve Cemal Paşalar yargılanacakları korkusuyla; 1 Kasım 1918’de Alman torpidobotuyla İstanbul’dan ayrıldılar. Bu őrnek bile tek başına İttihatçıların ne kadar Avrupa merkezci olduklarını gősterir.
[1] Said, Edward, “Oryantalizm”, Pınar Yayınları, s. 4-5.
[2] Braudel, F: “Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm, XV-XVIII. Yüzyıllar, Gece Yayınları, III. Cilt, Birinci Basım, 1993 Ankara, s. 497.
[3] Meriç, Cemil: “Kültürden İrfana”, İnsan Yayınları, 1986, İstanbul, s 9.
[4] Sakai, N: “Modernity and its Critique”, South Atlantic Quarterly, 87 (3), s. 475-505.
[5] Sencer, M: “Atatürkçülük ve Toplumsal Dőnüşme”, Amme İdaresi Dergisi, Aralık, Cilt: 14, Sayı: 4, Ankara.
[6] Durgun, Ş: “Tamamlanmamış Bir Proje Modernleşme ya da Demokratikleşmenin Ȍnündeki Engeller”, Yeni Türkiye Dergisi, No: 17, Yıl: 3, Eylül, Ekim, s. 41-48.
[7] Age.
[8] Koyré, A: “19. Yüzyıl Başlarında Rusya’da Batıcılık, Ulusçuluk ve Felsefe”, Belge Yayınları, İstanbul, s. 12.
[9] Rasim, Ahmet: “Osmanlı İmparatorluğu’nun Reform Çabaları İçinde Batış Evreleri”, Çağdaş Yayınları, Ankara, s. 207.
[10] Avcıoğlu, Doğan: “Türkiye’nin Düzeni”, Birinci Kitap, Tekin Yayınevi, İstanbul, s. 119.
[11] Sencer: age.
[12] Rasim, Ahmet: age.180.
[13] Pamuk, Şevket: “Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914, Gerçek Yayınevi, İkinci Basım, 1990, İstanbul, s. 141.
[14] Said, Edward, “Oryantalizm”, Pınar Yayınları, s. 8-32.
[15] Cem, Ismail: “Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi”, Dokuzuncu Basım, Cem Yayınevi, İstanbul, s. 248.
[16] Cem: age.
[17] Hilav, S: “Felsefe El Kitabı”, Gerçek Yayınevi, Istanbul 1970, s. 164.
[18] Hilav: age, s. 166.
[19] “İnőnü’nün Hatıraları”, Ulus Gazetesi, Mart 1968.
[20] Başkaya, Fikret: “Akıntıya Karşı Yazılar”, Ȍteki Yayınevi, Birinci Basım, 1998, s. 31.
[21] Gündüz, Mustafa-Bardak, Musa: “Ahmet Rıza Bey ve Eserleri”, Divan Kitap, 1. Baskı, Ankara, 2010, s. 14-15.
[22] Anar, Erol: “İnsan Hakları Tarihi”, İkinci Basım, İstanbul, 2000, Chiviyazıları Yayınevi.
Yazının 2. bölümü için burayı ziyaret edebilirsiniz…