Sözlüğümüzdeki “hayatını karartma” deyimi belki de onbinlerce çocuk ve yetişkinin zorla madenlere sokulmasından hareketle uydurulmuş olabilir.
1848’de Padişah Abdülmecid Ereğli kömür havzasını hazineyi hassaya yani kendi vakıflarına katmıştır. Daha sonra bizlere çok tanıdık gelen bir yöntem izlemiş ve havzayı kömür kumpanyası kuran Galata sarraflarına yıllığı 300 altına kiralamıştır. 1853’de Kırım savaşından sonra donanmalar için kömürün önemi anlaşılmış İngiliz ve Fransızlar havzaya akın etmiştir. Çıkarılan kömürü daha rahat götürebilmek için İngilizler demiryolu, Fransızlar liman yapmışlardır. 1865’de Padişah Abdülaziz, bölgeyi bahriye nazırlığı nezaretine vermiştir. Tüm havza İngiliz ve Fransızlara peşkeş çekilmiştir. Evet, kömür vardır, şirket vardır ancak yerin yedi kat altına indirilecek işçi de lazımdır. Ancak İngiliz ve Fransız şirketler, çalıştıracak işçi, bulmakta zorlanmaktadırlar. Çünkü tonu 73 kuruş olan kömürü çıkartan işçilere ton başına ücret verilmektedir ve ton başına işçinin aldığı ücret 2,5 kuruştur. Ancak o da nakit olarak verilmez, yiyecek ve giyecek yardımı olarak verilir. 1867’de Dilaver paşa bir nizamname çıkartır ve 13 yaşını geçmiş ve 50 yaşının altında olan tüm erkeklere madende çalışma zorunluluğu getirir. Yeni uygulamalar getirilmiştir. Dilaver paşa şirketlere işçiler için barınak yapılacağı sözünü verir ancak madenden kaçanlara da fazla çalışma cezası verileceğini ekleyerek anlaştık der. Barınaklar yapılmaz ancak madenden kaçanlar fazla fazla çalıştırılır.
Sözlüğümüzdeki “hayatını karartma” deyimi belki de onbinlerce çocuk ve yetişkinin zorla madenlere sokulmasından hareketle uydurulmuş olabilir.
1894 yılında, madenin metan gazıyla dolduğunu hissedip kaçan işçiler, jandarma zoruyla geri getirilip ocağa sokulur. Bu yıllarda işçiler hastalandığında tedavi masrafları işçinin kendisine aittir. İşçiler 15 gün madende 15 gün de köylerine giderek orda çalışırlar. Bazen ekin ve hasat zamanında köylerine gitmelerine izin verilir. Vardiyalar 12 saat olarak belirlenmiştir. Vardiya aralarında evlerine gitmek isteyenler, treni kullanamazlar çünkü o üst(!) düzeyler içindir işçiler için değil. Bazı işçiler hareket halindeki trenin kömür vagonlarına atlamaya çalışırken can verir.
Yöre halkına bu zulmü reva gören Osmanlı yıkılır, Cumhuriyet kurulur. 1921’de, yöre insanlarını kazma kürek yerine koyan zorunlu çalışma kaldırılır. Havzadaki kömür tozları satılsın, bunlar “işçinin umumî menfaatlerine” kullanılsın diye yasa çıkarılır. Bu yasa görüşülürken İktisat Vekili Celal Bayar Meclis’e, “Pek ufak bir şeyi kendilerine lütfetmekle onları teşvik etmiş olacağız,” der. Meclis, sürpriz bir şekilde, sekiz saatlik işgününü de kabul eder.
Hem nasılsa istediklerinde kaldırabiliyorlardı hem de Padişahlıktan Cumhuriyete geçildiği için akıl da devreye girmişti. Madenlerdeki verimlilik nasıl artırılır diye harıl harıl çalışılıyordu. Ücretler o kadar düşüktü ki, makineleşmeyle şununla bununla verimliliği artırmak mümkün değildi. İşçilere zaten çıkardıkları kömür başına para veriliyordu. Aşağıda sağlıklı çalışabilmek için harcadıkları çaba karşılıksız kalıyordu. İşçiyi “canını korumak istersen kazancından olursun” ikilemiyle yüzyüze bırakmak bütün dünyada madencilik sektörünün düsturuydu.
Ancak bir sorun vardı. Hasat iyi olduğunda köylüler köylerinden gelmek istemiyor ve işleri yapacak kimse olmuyordu. Devletin aklına gelmeyeni Avusturyalı profesör Bartel Grannig söyledi: “Bu işçileri köyden koparıp biraraya toplarsanız sonunuz iyi olmaz.” Grannig, ABD ve Avrupa’da madencilerin yürüttüğü gözükara mücadelenin nelere yolaçtığını bilen biriydi. “Madenlerin civarına tamamen denetleyebileceğiniz amele yerleşimleri kurun, ama buralarda köy hayatını devam ettirin. Madenciler kendilerini sanayi işçisi gibi hissetmesin.”
Bu sırada Grannig Türkiye Cumhuriyeti’ne danışmanlık yapıyordu. Gerçi amele köyleri projesi sökmemişti. Gelik ve Karadon ocakları için bir amele köyü kurma amacıyla Kilimli’nin Cumayanı köyünü istimlak etmeye kalktıklarında halk karşı koymuş, bu maceranın patırtısız yürümeyeceği anlaşılmıştı. Devlet, işçileri kendi köylerinden koparmama politikasına sarıldı.
İşçileri zaptetme meselesiyle bunca uğraşılması sebepsiz değildi. 1. Dünya Savaşı yıllarında madenci grevleri birbirini izlemişti. Gelik madeninden yüzlerce işçi, olabildiğince de silahlanıp Zonguldak’a yürümüştü. Bunları unutmuş olamazlardı. 1920’lerde de grevler bitmemişti.
1940’lara gelindiğinde madende çalışma zorunluluğu, 13 yaştan 15 yaşa çıkartıldı. Bununla birlikte yer üstünde çalışana 3 saat fazla çalışma zorunluluğu getirildi öyle ya onlar güneşi görebiliyor, temiz hava alıyordu, bunun bir karşılığı olmalıydı. Devlet, madenden kaçan işçilerin ailesini rehin tutabiliyordu. Şair İlhan Berk 1940’larda Zonguldak’ta öğretmendi ve durumu dizelerine şu şekilde aktardı: “Öyle insanlar gördüm ki ölüm peşlerine düşmeye korkardı… Yu kuyulara iniyorlar ya kuyulardan çıkıyorlardı… Bir düdük sesinde bütün şehir ayaktaydı… İkinci bir düdüğe kadar… tıs yoktu. Uyudum uyandım aynı seslerdi… Anladım en kısa ömür insanoğlunundu.”
Verilen rakamlara göre 1940-1947 yılları arasında 700 işçi madenlerde ölmüştü. Türkiye’nin nüfusu o dönem 17 milyondu. Ölümlü kaza oranı, muasır medeniyet ülkeleriyle kıyaslandığında 37 kat fazlaydı. 1950’de hükümet değişti ancak onun dışında hiçbir şey değişmedi tabi iyi yönde…
Çünkü 1847 kuruluş tarihli “Türkiye kömür İşletmeleri Kurumu’nun (TKİ)” resmi internet sayfasında sıralanan amaçlar her şeyin açıklayıcısıydı aslında; 1. Üretimi artırmak. 2. Kömür kalitesini iyileştirmek. 3. Üretim maliyetlerini azaltmak.
dört yok evet; “insan hayatını tehlikeye atmadan kömür çıkartmak” gibi bir amaç yok .
Ayrıca TKİ, tarihini övgüyle anlatan kısa zaman takviminde, sadece 1939 yılında ölen 23 madenciyi şerh düşmüş ve sonrasını tabii. Ondan öncesi yok yani…
Bugün, Zonguldak maden şehitleri anıtında yaklaşık 5.000 maden işçisinin adı yazılı. 2005’de 82, 2006’da 35, 2007’de 38, 2008’de 43, 2009’da 76, 2010’da 59 ve son üç yılda 293 maden işçisi hayatını kaybetmiştir üstelik bunlarda bize duyurulan rakamlar…
İnsanların ilkel avcı-toplayıcı kabileler halinde yaşadığı günler çok geride kalmıştır. Kabilelerin yerini bireysel girişimciler almıştır.
Madenci, bireysel girişimci değildir. Bireysel, hiç değildir. Baretleri, tulumları ve ellerindeki azık torbalarıyla dünyanın bütün madencilerinin birbirine benzediği sanılır.
Oysa benzeyen sadece yüzlerinin karasıdır. Orhan Veli “Yüz karası değil, kömür karası / Böyle kazanılır ekmek parası” demiş.
Madenciler, yöredeki köy ve kasabalarda yaşar. Yüzlerini yıkayıp tulumlarını çıkardıklarında onları tanıyamazsınız. Büyük şehir varoşlarında gün ağarmadan otobüslere doluşup fabrika semtlerine doğru yola çıkan parasız ve silahsız insanlardan farksızdırlar.
2000’lerde, madenci sınavına oğlunu yazdıran 60 yaşındaki adam, “Eskiden yeraltına jandarma zoruyla girilirdi, şimdi herkes madende çalışmak için sırada. Allah sonumuzu hayır etsin,” diye dert yanıyordu. 2006’da 1.200 işçi almak için açılan sınava 41 bin kişi başvurmuştu.
Devletin işçilere sürekli olarak söylediği; “Madene inip inmemekte serbestsiniz, inecek birileri mutlaka bulunur” sözünün ispatıdır bu rakamlar…
Uzun sözün kısası bir tweette yazdığı gibi “Sokakta, eylemde, göz altında, madende, tersanede, fabrikada, askerde… ölmek için ne çok sebep var ülkede”
Derleyen: Sibel Çağlar
Referans olarak http://riyatabirleri.com internet sitesindeki araştırma bilgileri kullanılmıştır. Detay için siteyi ziyaret edebilirsiniz.
Dünyalılar