Tanrılar değildir biz insanları yaratanlar aslında Helen halkının bilge atalarına göre. Onlar böyle işlerle uğraşamazlar. Bu işi zamanında alt edip kendilerine köle ettikleri Titanların soyundan olan İapetos’un oğlu Prometheus’a bıraktılar. Ondan istediler yeryüzünü yürüyüp hareket edecek canlılarla donatmasını. O da insanları ve hayvanları yaratıverdi Zeus’un ısmarladığı biçimlerde.
Zeus,“Olmadı,” dedi İapetos oğluna, “sayısal oranlarını iyi tutturamamışsın. Hayvanların sayısı çok fazla insanlara göre. Sen iyisi mi o hayvanların bir kısmını alıp boz, hamurlarını yeniden karıver ve o karma hamurdan bir miktar insan daha yap.” Böyle buyurdu Kronos oğlu ulu Zeus. Ve bir kısım hayvan yeniden biçimlendirilip insan donuna sokuluverdi bu kez. İnsanoğlunun oranı arttı canlılar arasında. Ondandır bir çoğumuzun insan gibi görünüp daha çok hayvanımsı olması.
Ama yeryüzünde soğuk da vardı, kar ve yağmur da ve çok karanlıktı her taraf gece olduğunda. Ateşi vermemişlerdi tanrılar insanoğlunun atalarına. Yasaktı hatta onlara ateşten söz etmek bile. Zeus koymuştu bu yasağı. Ama Prometheus’un yüreği dayanamadı, acıdı halimize ve Olimpos’daki ocağından Hephaistos’un çalıp bir tutam ateşi, veriverdi insan atalarımıza. Hop oturup hop kalktı Tanrılar, çok öfkelendiler bu densizliğine, disiplinsizliğine, sınır tanımazlığına. Ve cezalandırmasını istediler yüce Zeus’tan bu had dini bilmezi.
Ölümdü elbette bu densizliğe verilecek ceza. Ancak Prometheus bir Titan’ın oğluydu, dolayısıyla da ölümsüzdü. Onun yerine onu koca bir kayaya bağladılar onu. Her gün bir kartal gelip onun karaciğerini yiyecek, ertesi sabah karaciğeri yeniden yerine gelmiş olacaktı. Ta ki bir gün Herakles gelip de onu bu cezadan kurtarıncaya dek sürüp gitti bu işkence. Onun yerine, onun yaratıp ortaya saldığı insanları cezalandırmaya karar Zeus. Böylece Prometheus o acıdığı yaratıkların kendi yüzünden çektiklerini görüp azap çekecekti.
Usta Hephaistos’a buyurup olabilecek en güzel kadını imal etmesini söyledi. Bütün tanrılar da bu varlığı verebilecekleri en güzel armağanlarla bezediler. Pandora oldu kadın suretindeki bu yaratığın adı, “Tüm Armağan” anlamında. Eline kapalı bir kutu verdi Zeus bu kadının ve salıverdi insanoğullarının arasına. Prometheus ki adı “Önden anlayan” anlamına gelir, hemen fark etti Tanrılarbaşının hinliğini. Bu kesinlikle bir tuzaktı. Onun için indi Pandora’ nın yanına ve sıkı sıkı tembihledi kutuyu asla açmamasını.
Ama ne de olsa bir insandı Pandoracık da. MERAK denilen illetle malûldü. Gene de bir süre tuttu Prometheus’un tembihlerini. Hiç açmadı kutuyu. Öbür insanlara da bu kadından uzak durmalarını tembihlemişti Prometeheus. Ne var ki bir de kardeşi vardı Prometheus’un ve onun da adı Epimetheus’du ki bu da “Sondan anlayan” demekti. İşte bu Epimetheus görür görmez vuruldu bu kadına. Elinde sımsıkı tuttuğu kutusuyla gelin oldu Pandora.
Düğün, dernek oldu. Düğüne katılan herkes de gelinin elindeki kutuyu merak etmekteydi. . Zeus’un armağanı olduğuna göre acaba tanrısal bir düğün armağanı olmasın dı kutudaki? Pandora usul usul araladı kutunun kapağını. Ama o anda olan oldu. Akla gelen gelmeyen bin türlü bela hapsedilmişti kutuya Zeus tarafından. Baskıdan kurtulur kurtulmaz fırladılar hepsi dışarıya. Sardılar yeryüzünü. Çeşit çeşit kötülükler, hırsızlık, dolandırıcılık, haset, kıskançlık, savaş, şehvet, dahası salgın hastalıklar. Cinayetler mi istersiniz, soygunlar mı tecavüzler mi. Hepsi yayılıp perişan etmeğe giriştiler insanoğullarını. Feryatları göğe yükseliyor, Olimpos’da tuzu kuru oturan tanrıların kulaklarını tırmalıyordu. Zeus bile bu kadarını beklemiyordu; kendi rahatı bile kaçmıştı onların feryatlarından, çığlıklarından.
Sonunda baktı Zeus, bu kadarı da fazladır. Bir tufan gönderdi yeryüzüne. Sular her yeri kapladı, boğdu, yok etti hepsini. Birden ses seda kesildi. Tek canlı kalmamıştı.
Bu tufandan yalnızca iki insan kurtulabilmişti. Prometheus’un oğlu Deukalion ile, Pandora’nın kızı olan karısı Pyrrha öğrenmiştiler nasıl olduysa, böyle bir tufan geleceğini. Ve bir gemi yapıp elleriyle, binmiştiler içine. Tufanın dokuzuncu günü sular çekilince tekne karaya oturdu Parnassos dağında. İndiler karı, koca ve yakarmaya başladılar ulu Zeus’a insanoğlunu bağışlayıp yeniden can vermesi için. Hiç değilse yeni bir insanoğlu ırkı yaratması için.
Gönlü yüce Zeus da yumuşadı sonunda, bu yakarışlar karşısında. Onlara bir bilmeceyle yanıt verdi. Ve dedi ki “Büyük Anayı yiyip, onun kemiklerini ardınıza atın, hiç bakmadan.”. Neydi şimdi bu? Kimdi bu Büyük Ana? Nasıl yenirdi kemiklerine kadar?
Zavallı Deukalion ile Pyrrha yaşamaya da çalışıyorlardı bu arada. Kimi ağaçların yemişlerini yiyebiliyor, kimi otlarla da beslenebiliyorlardı. Onların bu halini görünce Prometheus’un şimşek çaktı zihninde hemen, çözüverdi bilmeceyi. Elbette “Büyük Ana” toprak demek olmalıydı ve onun kemikleri de taşlardı.
Hemen işe koyuldular. Taşlar fırlatmaya başladılar artlarına doğru. Az sonra canlanmaya başladı fırlatılan bu taşlar. Deukalion’un fırlattığı taşlardan erkekler oluştu, Pyrrha’nın fırlattıklarından ise kadınlar. Dirilip kapladılar gene yeryüzünü. Böyle oldu işte var oluşumuz. Kadınlar böylece Pandora’nın soyundan olmadır, erkekler ise Prometheus’a akrabadır. Onların bütün özelliklerini de miras almıştır her iki tür de. Kadınlarda bir parça pandoralık bulunur hep, erkeklerde de bir parça prometheusluk.
Ayrıca Pandora’nın kutusundan çıkan bin bela da tümüyle yok olup gitmemiştir yeryüzünden elbette. Kuytuda köşede saklanıp sağ kalan belalar da hiç az değildir.
Ama asıl meraktır miras aldığımız. Kapalı kutuların içinde, saklı mektupların üstünde, kapalı kapıların ardında, fısıltıların derininde, dağların ardında neler olduğunu MERAK !
Dr. Ali Nahit Babaoğlu