Genç kuşaklar dünyanın geçmişini, bugünü ve geleceğini doğru değerlendirmek zorundadır. O zaman toplumun cehaletini ve ataletini aşmasına yardım edecek ayak bağlarından kurtulabiliriz…
Türkiye’nin tarihi ve coğrafi konumunun arkasında dünya göçer tarihinin Avrasya’daki en özgün ve en uzun gelişmesi vardır. Bu tarih Çin tarihlerinin Hyungnu’larıyla başlar. Kuzey göçerleri içinde Çin’i sürekli işgal edenler arasında başta Türkler gelir. Kuzey Çin’deki sülaleler arasında Wei hanedanını Topa Türkleri kurmuştur. Bu göçerlerin Çin kültürüne getirdiği bir şey yok. Çin’de kaybolmuşlardır.
Türkler Fransa’ya kadar uzanan Hun göçer konfederasyonun da en başta gelen öğeleriydi. Pek çok Hun tarihi uzmanına göre bu konfederasyonun başında Türkler egemendi. Fakat Hunlara ilişkin önemli bir kültürel veri yoktur. Asya’nın en büyük göçer devleti olan Göktürk devleti de bir Türk egemen konfederasyondur. Bunlardan kalan da birkaç mezar taşı ile, Orhun anıtlarıdır. En önemli kültürel kalıntı ise Türk dili ile yazılmış bir anı taşının varlığıdır. Kuşkusuz ne bu anıt ne de üzerindeki yazı göçer bir Türk ustasının işi değildir. Ustalar Çinlidir.
Asya’nın en geniş ve uzun süreli göçerleri içinde, Cengiz çağından önce bütün Güney Asya bozkırlarını ve Yakın Doğu’yu fethedip yerleşenler de Türk’tür. Bunların içinde Hazarlar ve Bulgarlar kuzey bozkırında devletler kurmuşlardır. Bulgarların batıya göçenleri, sonradan Ortodoks Hıristiyanlığı kabul etmiş ve dilleriyle de Slav olmuşlardır. Macarlarla karışarak Macaristan’ı fethetmişler ve Macar tarihinin ilk kral sülalesi olan Arpat sülalesini de onlar kurmuştur. 11. yüzyıla kadar Slavları Karadeniz’e indirmeyen göçerler de Peçenek, Kuman gibi Türk göçerlerdir.
Asya bozkırının güneyinde Orta Asya’yı işgal eden, Karahanlılar, Gazneliler, Arap egemenliğine son veren ve Anadolu’yu fetheden Selçuklular, Abbasi İmparatorluğunun paralı askerleri olarak işe başlayıp Mısır’da Tulunoğlu, İkşid, Türk Memluk devletlerini kuranlar da Türk göçerlerdir.
Cengiz ordusunda olan Türkler, Cengiz sülalesinden sonra Rusya’da Altınordu devletinin de başında idiler. Hint Fethi Gazneliler, Kuzey Hindistan’da Türk sultanlıkları ve Babür oğullar döneminde de Moğol değil Türk göçer egemenliğidir.
Timur Oğulları da Türk dilli bir sülaledir. Hatta Safevilerin kurucuları olan Şah İsmail de bir Türk’tür. Osmanlılardan sonra ise Batı İslamın tek egemeni yine Türk dilli Osmanlı sülalesidir. Haremi düşününce bunlara etnik bir sıfat verme olanağı yoktur. Kaldı ki ekzogaminin doğal olduğu bozkır tarihinde ve İslamda etnik sorun söz konusu değildir. Türk’ü tanımlayan ve bütün dünyanın Türk bildiği insanlar, Türkçe de ya da oranın diyalektiklerini devşirme yeniçeriler de dahil, Türk denen göçer azınlık tarihinin yapıcılarıdır.
DİL VAR, ÖZGÜN KÜLTÜR YOK
Dünyanın bu en büyük göçer fatihlerinin güçlü ve sürekli bir dilleri olmasına karşın özgün bir kültürü yoktur. Her fethettikleri ülkenin kültürünü almışlardır. Türkler Budist, Yahudi, Hıristiyan, Müslüman olmuşlar, her toplumla karışmışlar, İran’ın ve Arapları edebiyatını taklit etmişler, Müslüman ortama uymak için dillerini Arapça ve Farsça ile birleştirerek halkın yabancı kaldığı bir üst kültür esperantosu geliştirmişler, bilim ve din dili Arapça olmuştur.
Bu durum, Osmanlı kültürünün ne bilim, ne edebiyat ne felsefe alanında gelişmesine olanak vermemiştir. Edebiyatın tek türü şiir Osmanlıca olmuştur. Bu Osmanlının ne dünya ne de İslam kültürüne bir katkıda bulunmaması ile sonuçlanmış, fakat halk ve tasavvuf edebiyatının Türkçe gelişmesi toplunun kimliğini korumaya olanak vermiştir. Kozmopolit karakter, Türk göçer tarihin uzunluğunun ve coğrafi boyutunun büyüklüğünün sonucudur.
Fakat ikinci bir özelliği de vardır: Türklerin egemen oldukları bütün ülkelerde, değişik halklar ve onların kültürleri ile simbiotik ilişkiler içinde yaşamışlardır. Bunun en önemli aşaması uzun Osmanlı tarihidir. Bu sürekli yer değişimi Türkleri, kültür bakımından, hep alıcı yapmıştır. Ne dünya tarihinde ne de İslam tarihinde Türklerin yarattığı bir şey yoktur. Fakat onlar Avrasya tarihinde egemenlik alanlarının sınırlarını en fazla değiştiren insan grubudur.
Bugün Türk toplumu alıcı niteliğini koruyor. Ne var ki en az 13. yüzyıldan bu yana yerleşmiş bir toplumdur. Artık biz de özgün üretim çağına ve aşamasına geldik. İthal ederek ya da fethederek yaşama dönemi bitti.
PARA VE İKTİDAR KAVGASI
Sade iç kavgalarla kendilerini cezalandıran Müslümanların değil, dünyadaki para ikonu putperestliğinde boğulmuş kapitalist toplumlarda da dünyanın yakın geleceği ve milyarlarca insanının akıbeti gündem dışına itiliyor. Para ve iktidar kavgası uygarlığın çare bulamadığı en iğrenç insan hastalığıdır. Türkiye de bu çukurdadır. Dünya tarihinde ne bir bilge ne de bir filozof insanoğluna para ve iktidarı tavsiye etmedi. Fakat insanlar ne bilgeleri ne peygamberleri ne de filozofları dinledi; şeytanın avukatı ya da hayvan olmayı yeğledi. Bugün öyle bir dünyada yaşıyoruz.
Bizim gibi toplumların sayısız sorunları var. Bu sorunların da akıllı, iyi yetişmiş, çağdaş bilim ve teknoloji ile donanmış insanların çalışmalarına ve hükümetler ve toplum tarafından desteklenmelerine gerek var. İnsanın hırsı dünyanın yakın geleceğinde milyarlarca insanın yok olabilme olasılığına kulak tıkayacak derecede ilkel. Etrafınıza kulak verince duyuyorsunuz. Bunun tek çaresi uygarlık ölçütlerine yaklaşmak. Onun için de gençleri duyarlı ve bilgili kılmak. Zamanımız çok azaldı. Yoksa bizden sonra Tufan mı?
Doğan Kuban