Posta trenleri gibisi var mı?
Bayram denilince aklıma ilk gelenlerden biri trendir. Posta trenleri.
Antep dışındaysam arife gününü beklemez, bir hafta önceden atlardım trene.
Altı yaşımdan başlayarak tam on yedi yıl posta trenlerinin en sadık müşterilerinden biri oldum. İlkokuldayken her yaz ninemle Eskişehir’e giderdik. Halil Dayılara. Lise yıllarımda yılda en az üç kere Antep-İstanbul-Antep yapardım. Hep trenle. Hep posta treniyle.
Antep’e ekspres yoktu o yıllarda. Şehirlerarası otobüs yolculukları da pek yoktu. Uçak desen Kaf dağının arkasında.
O dönemde sadece bir kere bindim uçağa. On yaşlarındaydım. Annemle İstanbul’a gidecektim. Babam bize uçak bileti almış. Antep’in tarladan bozma havaalanına gittik. Ufacık bir pırpır. Sekiz kişilik. Adana’ya kadar “pilot mahalli”nin eşiğinde oturdum. Adana’dan sonra pencere yanına, tek kişilik koltuklardan birine kuruldum. Ankara’da aktarma. Yirmi kişilik bir uçağa geçtik. Bu kadar büyük bir şey nasıl uçar? Uçtu işte. Antep-Adana bir buçuk saat. Adana-Ankara iki buçuk saat. Ankara-İstanbul bir buçuk saat. Sabahleyin yola çıkmıştık. Akşamüstü İstanbul’daydık. İnsanoğlu kuş misali. Şaşırıp kalmıştım.
Antep’in içine girmezdi tren.
Elli kilometre öteden, Narlı istasyonundan geçerdi. Gün battı batarken Dunlop garajından Austin otobüse doluşurduk. İki saat sonra Narlı. Küçücük bir istasyon. Biriki tahta masa, onon beş tahta iskemle. Başlardık treni beklemeye. Sivrisineklerle savaşarak. Kışsa odun sobası yanardı bir köşede. On dakikada bir sorardık: “Tehir var mı?”
Tren on saat gecikmeli geliyorsa, yandık! Beş saat gecikme akla yakın. İki saat gecikme harika! Tam zamanında…
Bu olanaksızdı.
Yerler numaralı değildi. Kim nereye oturursa. Tren gelince aslanlar gibi saldırırdık vagonlara. Pencerelerden bavullar, sepetler, testiler uzatılırdı. Yemekli vagon ne gezer. Herkesin yemek sepeti elinde. Yarıya kadar “yol lahmacunu” dolu.
Kuru köfteler, zeytinyağlı dolmalar, domates, salatalık, acur, soğan. Testilerle su.
Boş yer bulabilirsek oturur, eşyaları raflara yerleştirirdik. Ama çoğu kere koridorda gitmemiz gerekirdi bir süre. Kompartmanlar dolaşılır, aynı soru yüz kere sorulurdu:
“Siz nerede ineceksiniz?”
Yakında ineceklerin yerleri peylenirdi.
Narlı’dan Adana’ya kadar kimbilir kaç kere ayakta gittim.
İki gün iki gece.
Gecikme üstüne gecikme binerdi.
Bir keresinde İstanbul’dan Antep’e otuz altı saatlik gecikmeyle gittiğimizi hatırlıyorum.
En sevdiğim istasyon Çiftehan’dı.
Hele İstanbul’dan Antep’e dönerken.
Torosların kokusunu ilk duyduğum yer.
Bir de Fevzipaşa.
O sonu gelmez Ayran Tüneli’nden sonra Antep yoluna açılan aydınlık. Keçiler, Kömürler, Eloğlu, Köprüağzı, Narlı. Burunlu Austin otobüsün güzelliği.
Gündüzleri idare ederdik de, geceler felaketti. Oturduğun yerde, iki dakikada bir başın yana düşerek uyumaya çalışmak, anlatılmaz bir azaptı.
Bir mucize olur da uykuya dalabilirsen bile, kondoktörün sesiyle irkilerek doğrulurdun: “Biletler!” Gecede en az dört kere bilet kontrolü yapılırdı. Zımba yerine koca bir çivi kullanırdı kondoktörler; küçücük yeşil karton biletleri çiviyle delik deşik ederlerdi.
On altı yaşındayım. Haydarpaşa’dan trene bindim. Kompartmanda bir delikanlı.
Eskişehir’e gidiyor. Kartal’a gelmiştik ki, yüreğinin derinliklerinden bir “Oooof off!” patlattı.
Bir an yüzüme baktı sonra.
“Kardeş,” dedi,
“bana bir yardımda bulunur musun?”
“Buyur,” dedim.
“Benim okumam yazmam yok. Nişanlım İstanbul’da kaldı. Ona bir mektup yaz. Ben söylerim, sen yazarsın. Eskişehir’e varınca postalarım.”
Kağıt kalem çıkardık. Başladı söylemeye:
“Aziz nişanlım…
Bu mektubumu alınca gramofonu kur.
‘Ver saki tazelendi derdim bu gece’ plağını çıkar. Beni hatırlayarak o plağı çal. ‘Otomobil uçar gider’ plağını çıkar.
Beni hatırlayarak o plağı çal. ‘Leyla bir özge candır’ plağını çıkar. Beni hatırlayarak o plağı çal…”
Mektup, dört sayfalık bir plak listesi olarak tamamlandı. Delikanlı bir kağıt daha aldı. Avucunu üstüne bastırdı. Kendi deyimiyle,
“kalemle suretini çıkardı.”
Mektubu özenle katlayıp cebine koydu sonra. “Kardeş,” dedi,
“nişanlım şimdi bunu alınca ne yapar, biliyor musun?”
“Ne yapar?” dedim.
“Ağlar,” dedi.
“Her plağı en az onar kere çalar. Her çalışta da beni hatırlayarak ağlar.”
Ülkü Tamer
Editörün Notu: Ülkü Tamer, Robert Kolej’den 1958 yılında mezun oldu. Yayıncılık, oyunculuk ve çevirmenlik yaptı ve 1950’li yıllarda ortaya çıkan İkinci Yeni şiir akımının önde gelen temsilcilerinden biri oldu. İkinci Yeni’ye, bu akımın ana karakteristikleri oluştuktan sonra dahil olduğu halde, kendine özgü imge dünyası ve süssüz, sade söyleyişiyle dikkati çekti. Çoğunlukla keskin bir ironiyle örülmüş derin acıların ve beşeri trajedilerin dile geldiği şiirlerinde 1970’lerden sonra toplumsal duyarlıklar da öne çıktı.
İlk şiiri 1954 yılında Avni Dökmeci’nin yönetimindeki Kaynak Dergisi’nde yayınlandı: “Dünyanın Bir Köşesinden Lucia”.
Şiirleri 1954’den itibaren Kaynak, Pazar Postası, Yeditepe, Yeni Dergi, Papirus, Sanat Olayı gibi dergilerde yayımladı. 1967’de Yeditepe Şiir Armağanı’nı kazandı.
“İkinci Yeni’nin, çağdaş İngiliz şiirini yakından izleyen, çevirileryapan, Batı etkilerine açık bir şairiydi. Özellikle 1960’ların ikinciyarısında yazdıklariyla kapalı şiir anlayışının kusursuz örneklerini verdi. Toplumsal sorunlara yönelirken de şiirin düzeyini düşürmedi.” (Memet Fuat, 1985)
Ayrıca Ahmet Kaya ‘nın An Gelir ve Başkaldırıyorum albümlerinde seslendirdiği “Üşür Ölüm Bile” ve “Gül Dikeni” şarkılarının sözleri Ülkü Tamer’e ait şiirlerden oluşmaktadır. Zülfü Livaneli´nin seslendirdiği “Memik Oğlan”, “Güneş Topla Benim İçin” ve Grup Yorum’un “Düşenlere” isimli eserlerinin de söz yazarıdır.
www.dunyalilar.org