Günümüzde en çok konuştuğumuz konulardan kadın, her şekilde ötekileştirilen, şiddete maruz kalan, incitilen, tecavüze uğrayan ve daha çok olumsuz durumla yaşamak zorunda kalan… Tamam da neydi bizi bu sürece taşıyan? Oysa bir dönemin tanrıçaları değil miydik biz?
Öyleydik ama eşit bir ortaklığımız vardı. Doğa yalnızca doğa değil, “doğa ana”ydı aynı zamanda… Neolitik Dönem adını verdiğimiz dönemde başladı birçok değişiklik. İnsanın zorunlu koşulları, onu hayvanı ve toprağı evcilleştirmeye yöneltti. Önceleri sürünün en zayıfını avlayıp, yaşamsal ihtiyaçlarını gideren insan artık hayvanları çitlerle kapalı alanlara hapsetmeyi öğrenmişti. Tarım teknolojilerinin gelişmesiyle topraktan daha fazla verim elde edip artı ürünü depolarda saklayarak özel mülkiyetin alabildiğince gelişmesinin önünü açmışlardı. Bu bir süreçti, ancak bu süreç hem kadın hem de doğa için bir kader birliği demekti. Bugünden sonraki gelişmeler bu iki ötekilik durumunu genel olarak daha da ötekiliğe sürükleyecekti.
Ve böylece Engels’in yüz yıldan fazla bir süre önce “ kadın cinsinin dünya çapında yenilgisi” olarak nitelediği bir değişiklik oldu. Erkeklerle ortak karar veren konumundan, bağımlı ve boyun eğen konuma sürüklendiler. Söz konusu boyun eğmenin kesin doğası, bir toplumdan diğerine ve her toplum içinde büyük değişiklikler gösterdi. Bu öylesine evrensel bir şey oldu ki bugün bile genellikle, insan doğasının değişmez bir ürünüymüş gibi ele alınır. (Harman 2008: 41)
Bu değişim artık ürün üretiminde insanlar arasında oluşan yeni ilişkilerden kaynaklanıyordu. Yeni enstantif üretim teknikleri, ilk kez erkeğin, emeğine kadınınkine göre öncelik tanıma eğilimindeydi. Avcı toplayıcı kavimlerin en önemli beslenme kaynağı olan toplayıcılık, hamilelik ve çocuk emzirmeyle tümüyle bağdaşıktı. Aynı şekilde çapaya dayanan erken tarım biçimleri de öyleydi. Kadınların bu tür işleri yaptıkları toplumlarda doğum oranları düşük ve nüfus durgundu. Gordon Childe çok önce işaret etmişti ki, sadece tarımla uğraşan halklar, yani “barbarlar” arasında normal olarak kadınlar tarlaları çapalarken, sabanı kullanan erkeklerdi. Ve en eski Sümer ve Mısır belgelerinde sabancılar gerçekten erkeklerdi. Saban en ağır ve sıkıcı işten kadınları kurtarmıştı ancak tahıl ürününün üzerindeki tekelden ve onun getirdiği toplumsal statüden onları mahrum etmişti (Childe’dan akt. Harman 2008: 41) Hane halkının ya da soyun geleceği hakkındaki temel karar artık erkeklerin kontrolüne geçti. Kadınlar yerel ticaretle uğraşabiliyorlardı ve savaşlarda da rol alabiliyorlardı. Ama uzun mesafe ticareti ve ciddi askerlik görevleri erkeklerin tekeline geçti. Savaşçılar ve tacirler karşı konulmaz biçimde erkeklerdi ve artık ürün üzerindeki rolleri arttıkça, mülkiyet ve iktidar, erkeklerin önceliği haline gelmişti. Kadınlar artık bir eş ve yabancı bir hane ikinci plandaki kişilerdi.
Yönetici sınıfın kadınları, giderek artık ürünü kontrol eden erkeklerin sahip oldukları şeylerden birisi, bir süs eşyası, cinsel haz kaynağı ya da vâris yetiştiricisi olarak muamele görmeye başladılar. Kadın tanrıçalar ve rahibeler giderek daha ikincil bir rol oynamaya başladılar; kadınlar, dünyanın yaratılışında ve örgütlenmesinde aktif katılımcılar olmak yerine ana figürü ya da güzelliğin sembolleri olarak varlıklarını sürdürdüler. (Harman 2008: 42) İnsanın kadını da ötekileştirmesiyle birlikte artık insan ve insan arasındaki ayrışma ve farklılıklar belirginleşmeye, toplumsal roller şekillenmeye ve değişmeye başlamıştır. Böylece kadın ve doğa aynı kaderin sonucu olarak varlıklarını modern dünyanın ötekisi olarak devam ettirmişlerdir (İnsanın ilk iki ötekisi olan kadın ve doğa daha sonraki dönemlerde de yan yana bu sefer kendileri için mücadele edeceklerdir. Kadının ve doğanın ortak kaderi modernizm içinde onların ortak dayanışmasına dönüşür. 1980’li yıllarda dünya da yükselen feminist ve yeşil hareket ortak bir mücadele hedefinde buluşmuş yeşilciler ve özellikle eko-feministler birlikte hareket etmişlerdir (Bahro 1989: 47). Bu iki hareket çevre hareketinin tüm dünyayı ilgilendiren bütünleyici boyutuna dikkat çekmiş ve insanların ancak böyle bir hareketle bir araya gelebileceklerini savunmuştur). Ancak insan için artık barışçıl ve eşitlikçi bir yaşam geride kalmış, savaşların, sömürünün olduğu yeni bir dünya modeli ortaya çıkmıştır.
İlk eşitsizlik aşaması insan ve doğa arasındaki eşitsizliktir, bu eşitsizlik bir bakıma bütün eşitsizliklerimizin temelini oluşturur, daha sonra kadın ve erkek, insan ve insan eşitsizlikleri ortaya çıkmıştır. Bugünden baktığımızda derinleşen her türlü eşitsizlik geri dönülmez bir hal içindedir, artık kadının da, erkeğin de, doğanın da o eşitlikçi toplulukların dönemine dönmesi zor görünmektedir, çünkü “uygarlık” insanın insanlığını elinden almıştır.
KAYNAKÇA
Bahro R. (1989), Nasıl Sosyalizm? Hangi Yeşil? Niçin Tinsellik? , (Çev. Tanıl Bora), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Davis, J. C. (2004), İnsanın Hikâyesi, (Çev. Barış Bıçakçı), İstanbul: İş Bankası Yayınevi.
Harman, C. (2008), Halkların Dünya Tarihi, (Çev. Uygur Kocabaşoğlu), İstanbul: Yordam Kitap.
Emek Erez