Türkiye siyasetsiz bir toplumdur. Ya da iki karşıt mahallelinin kavgasına, derbi maçında taraftarların birbiriyle çatışmasına siyaset diyoruz. Türkiye’de siyasetin bu ortamlardan maalesef pek bir farkı yok.
Türkiye’de seçim dönemlerinde seçmenlerin tavrı da karşı taraf ne yapıyorsa onun tersini yapma üzerine kuruludur. Çünkü karşı taraftan endişe duyar. Yukarda saydığımız iki tarafın bu endişesi Türk siyasetinin ana hattını belirler.
Özgürlük, adalet gibi bir beklentimiz yoktur.
Türkiye’de partiler değil, kişiler ön plandadır. Kurumlar sanki onlar için açılmıştır. Siyaseti bunlara indirgerseniz; Türkiye’de siyaset kalmaz.
Siyaset diye söylenen her zaman şahsi menfaat edinmeye yönelik girişimler olarak algılanıyor.
Partiler de, onu oluşturan kişiler gibi mafyatiktir. Ne kadar anti demokratik unsur varsa partilerde bulunur. Lidere biat en önemlisidir. Doğru işler yapacak değil, daha güçlü görünen bir figür tercih edilir.
Farklı fikirlerin oluşmasına izin verilmez, birbirlerine son derece güvensizdirler; eğer biri kendini güçlü hissedip lidere karşı çıkarsa içerde gruplaşılır; uygun zamanı kollayıp birbirlerinin işini parti içinde bitirirler. Partiden ayrılınca tamamen farklı düşüncede bir partiye geçmek sorun olmaz. Özünde zaten aynıdırlar.
Siyasi partiler seçimlerde savundukları tüm değerleri bozarlar, anti demokratik örgüntlenmelerdir aslında. Demokrasiye de saygıları yoktur. İktidara gelelim de nasıl olursa olsun düşüncesi vardır hepsinde.
Türkiye’de parti içinde milletvekillerinin birbirlerine güvensizlikleri sürerken; yurttaşların da güven bunalımı çok uzun zamandır sürüyor. Türkiye yukarda bahsettiğimiz gibi ikiye bölünmüş bir ülkedir. İki taraf birbirine güvensizdir.
Türkiye Çok uzun zamandan beri, Osmanlı döneminde reform hareketlerinden beri bu ikiye bölünme söz konusu oldu. Bu bölünmenin adı yenilikçiler ve gelenekçiler…
Bu bölünmenin cepheleri; bildiğimiz sınıfsal duruşlar olarak değil; bir taraf gelenekçi muhafazakar denilen ama aslında gelenekçi ve muhafazakar olmayan, bir de ilerici batıya dönük diye kendini tarif eden özünde diğerinden pek de farkı olmayanlardır ve bu iki taraf sürtüşme halinde.
Dünyanın ve Türkiye’nin kendi çizgilerinden gittikçe kaydığını düşünen gelenekçi damar, doğru(!) kişilerle artık diğer taraftan intikamını almaya başladı.
Belkide kendi duruşlarının gerçekliğine inanmasalar da “beni de gördün mü? bende buradayım” mesajını tuttuğu partiyle gösterdi.
Varlığını ifade edecek sözcükleri dağarcığında bulamayınca bunu göstermenin en iyi yolu sandıkta oldu!
Zafer sarhoşluğuyla, elde mikrofon, intikam alır gibi “gördünüz mü?” çığırtkanlığı birazda bu yüzden.
Bu aslında bir varoluş sorunu.
Varlıklarının dünya çapında kabul görmemesine de bir tepki bu.
Aşağılandıklarını düşündükçe bu fena halde rahatsızlık meydana getiriyor doğal olarak ve bunun yansımalarından birisi de sandıktaki oy oluyor.
Bir bakıma kendini kabul ettirme değil, kendini dayatma yöntemi.
Bu bir intikam.
Bu çıkışlarını siyasi sözlerle ifade edemediklerinden; islamiyet içinden ifade etmeye çalışıyorlar, islamı bildiklerini de asla söyleyemeyiz.
Mesela islam diye bildikleri; evliyadan medet ummak Kuran ın bir numaraları yasağı olan şirktir, Bankaların önünü açarak faizle insanların borçlanmalarına sebep olmak Kuran’ da “Allah’ a savaş açmak” olarak belirtilir.
İçinde binlerce çelişkili hadise laf söyletmezler ama bunlardan da haberleri olmadığı “Işid hadisleri uyguluyor” dediğinde buna itirazlarıyla ortaya çıkar. Kuran’la alakaları ancak ses titreşimleriyleriyledir. Kuran’ı melodik olarak dinlemeyi marifet sayarlar.
Müslümanlıkları herhangi bir felsefi ve Kurani temeli olan birşey değil; sadece bir takım geleneksel, ritüelleşmiş ya da yaygınlaşmış kurallara uymaktır. Akp de kendisini din referanslı olduğunu idda edip, bu tarafın duygularını gıdıklarken oylarını verenler, aslında bu gelenekselleşmiş ritüellerin partisine oy vermiş olmaktalar.
Diğer tarafta genelde varlıklıdır, zengindir. Özgürlük ve adalet için değil; babadan dededen böyle gördükleri için oy verir genelde. Baş örtüsü veya kendi hayat görüşlerine aykırı bir insan gördüklerinde çıldırır, tahamülsüzdür.
Farklılıklara saygı gösteremez, diğer taraftakiler gibi… En iyisini tabiki o biliyordur. Kendi doğruları başkaları içinde doğrudur (yılmaz özdil; sen bilirsin kardeşimli yazısı) kendini devletin, cumhuriyetin asıl sahibi sayarlar, karşı taraf ne düşüncesi olursa olsun, o partiye oy verdiği için aptaldır, cahildir, koyundur…
Aslında bayağı yobazdırlar bu bakımdan, ama haklarını yemeyelim birazcık daha eğitimli olabilirler.
Türk siyasetini işte bu iki taraf belirler. Sosyalizm, komünizm gibi kavramlardan zaten haberleri yoktur. Bunlara oy vermezler. İşte bu mahalle kavgasına, bu karşı tarafın zıttını yapma işine biz siyaset diyoruz.
Gerçekte olması gereken sınıf bilinci olan bir topluluğun oluşmasıdır. Çünkü gerçek anlamda siyaset sınıflı bir toplumda olur. Sınıfsal çıkarları temsil eden partilerin olması gerekirken, Türkiye’de iktidardaki parti aslında sermayeden yana olsa da emekçi sınıflardan oy alabilir. Sınıf bilincinin oluşmamasından başka, oy verilecek sol parti de yoktur. Bu arada Chp nin ekstradan askerci yanını da görüyoruz. Katı devletçi, sermayeci, askerci. Sözde halkçı fakat tamamen sağ refleksli bir partidir.
Bu saydığımız ayrılıklar artık ifade ediliyor; daha doğrusu yaşam tarzı haline getirildi ve bunun geri dönüşü artık yok.
Bunu kabullenmeyenler de karşı tarafı aynı cins refleksleşmiş ithamlarla hitap ediyorlar. ifadelerin içeriği değişiyor tarzı değişmiyor.
Bunların değişmesi için gündemi belirleyecek gerçekten sol partilerinin olması gereklidir.
Demokrasiyi tam kuramadığınız için seçime indirgenmiş bir tiyatro seyrediyoruz aslında. Demokrasi güçlerin ayrılığı ilkesine dayalıdır. Eğer yürütme, yargı, yasama aynı gurubun elindeyse Başbakanın talimatıyla yargılama yapılıyorsa bu topraklarda demokrasi yoktur.
Bunu herkesi aynı kalıba sokmaya çalışanlar, yani Cumhuriyeti kuranlar yaptı. Cumhuriyeti kuranlar ise yurttaş tarifini; etnik olarak türk, din olarak sünni hanefi, bunun dışındakilerin hepsi yabancı diye algılanması için yaptılar herşeyi ve buradan demokrasi çıkmadı. Çünkü demokrasi farklılıkları bir arada tutma sanatıdır.
Bu büyük bir yanlıştı. Laik devlet dendi Diyanet Bakanlığı kuruldu. Diğerleri ikincilleşti. Bugünkü tablo cumhuriyetin kuruluşundan beri gelen trenin vagonlarından çıkmıştır.
Bugün demokratik herhangi bir ülkede nüfus kağıdında din hanesi yoktur. Bununla kimse ilgilenmez.
Demokrasi biraz da farklılıkları bir arada yaşatma sanatı ise; milli irade, tek millet, tek devlet, tek lider, tek din… anti demokratiktir.
Milli irade dedikleri; somut bir arka planı olmayan, bizim ürettiğimiz efsanelerden birtanesidir.
Milli irade kendi içinde bir sürü çelişkiler bütünüdür.
Sayıların bir önemi yoktur; farklı duruşlar bir kişi ile bile temsil edilse eşit ağırlıktadır.
”Biz daha kalabalığız bizim dediğimiz olacak” demek faşist bir tavırdır.
Büyük kitlelerin içinde bireyleri eriten her sistem de faşizandır.
Demokraside tüm yurttaşlar eşittir, hiç bir yurttaşın diğerine tercih edilecek bir özellği olamaz. Dini inanç, soya, etnisiteye mensup olmak, dile mensup olmak kişiye üstünlük vermez.
Arta kalanlara siz buna razı olun denemez. Sadece çoğunluğun sözü geçmez. Biz bir kişi olsak dahi düşüncemiz ne kadar aykırı olsa dahi yığın kalabalıklarla aynı değerdeyizdir.
Seçimler demokrasinin göstergesi değildir.
Meclis bütün yurttaşlarının temsil edildiği bir meclis olmalıdır aksi takdirde yüzde 50’nin, yüzde 25’in meclisi olur.
Aslında bizler, yani yurttaşlar o ülkenin asıl sahipleriyizdir. Kiracı, yönetilen, dövülebilecek, seçimden seçime hatırlanan, düşüncelerine uymadığı için ötekileştirilenler değilizdir. Hükümet bizim babamız değildir. Bizim işimizi yürütsün diye, oraya koyduğumuz memurumuzdur. İşlerimizi yapmakla görevlidirler. Bize hesap vermek zorundadırlar Verdiğimiz yetkilerle şahsi kazanç elde edemezler.
Polisin seçtiğimiz memurların tercihleriyle müdahalesi yasa dışıdır, polis sadece başka yuttaşlarının hakkı çiğnendiğinde müdahale edebilir.
Polisi orantısız bir şekilde insanların üstüne salmak “acaba ben güçsüzleşiyor muyum?” paniğidir. Aynı zamanda devlet refleksi yurttaşlarını dövme olarak gösterir kendini…
Demokrasilerde başbakanların dinsel inancı olabilir ama dinsel söylemi de olamaz. Varoluşunu din üzerinden yansıtamaz. Dinimiz diyememelidir başbakan.
Demokrasinin bir özelliğide yuttaşların istedikleri konuda istedikleri zaman istedikleri şeyi söyleyebilmeleridir. Demokrasilerde fikir suçu, ifade suçu olamaz, toplanma ve gösteri özgürlüğü anayasal bir haktır.
Eğer fikirlerimizi özgür ifade edemezsek toplum ikiyüzlülerden oluşur.
Yasama yürütme yargı; birbirinden bağımsız, birbirini denetlediği bir sistem sağlıklıdır. Polisler başbakana bağlı olmamalıdır.
Güçler ne kadar yayılırsa, ne kadar farklı odak arasında paylaşırsa o kadar demokratik olma konusuna yakınlaşır. Ne kadar tek bir güç etrafında toplanırsa bu hepimizin malumu süreçleri yaşamamıza sebep olur.
Bu tablodan geri dönüşün olması için eğitim sisteminin tamamen değişmesi, hurafelerden arınıp, bilimsel bir alt yapısı olması gerek, hala Nazi Almanyası yenildiği için bizim de yenildiğimizi öğretiliyor.
Konuşmuyoruz. Konuşmaktan düşünmekten korkuyoruz. Bunu devlet baskısıyla bu hale getirdiler. Bunları yapmaktan korktu insanlar.
Konuşmayınca; düşüncelerimizin ifadesini de yapamıyoruz. Bunları ifade için ortada düşünce olması da lazım. Bizler; çok uzun zamandır ola gelen reflekslerle davranıyoruz. Davranış kalıplarıyla hareket ediyoruz… diğer taraf ne yapıyorsa tam tersi!
Parlementoya “öteki” girdiği zaman çoğu kişi karşı çıkıyor. Konuşarak halledebilecekken silahları konuşturmak nedense cazip geliyor.
Konuşanı susturmayı marifet sayıyoruz.
Bazılarımız kendi düşüncemize uymadığı için yazılara bile dayanamıyoruz. Partilerin mafyatik, askerci devletçi tavrı tüm hücrelerimize sinmiş sanki.
Burada bazı yazılar için de. Sağlam bir eleştiri ile itiraz pek az. Genelde tehdit ve yok etme üzerine kurulu bir refleks.
Bu yazı için bunun olmamasını umuyorum.
Kenan Çetinkaya
Dünyalılar