Yıl 1985, demek ki 12 yaşındayım. Eylül ayı, demek ki İstanbul’a yerleşeli bir yıl olmuş. Haberleri izliyor babam. Annemle bir karar vermeye çalışıyorlar. Tunceli ya da Malatya’da olsak toplarlardı biz çocukları bir evde. Bir-iki büyük başımızda, geri kalan yetişkinler gözü arkada kalmadan giderlerdi gösterilere, eylemlere, sokaklara. 12 Eylül darbesi pek çokları gibi bizim çekirdek aileyi de etkilemişti. Sürgünler istifaları, istifalar da göçü zorunlu kılmıştı. Ve anlaşılan bu defa biraz zor bir karar olsa da iki çocuğu da kast ederek “hadi çıkıyoruz!” demişti babam. Ben, kardeşim, annem ve babamın hiç vakit kaybetmeden çıktığımızı hatırlıyorum. Bir cenazeye gidiyoruz. Mecidiyeköy’deki evimizden yürüyerek Şişli Camisi’ne. Oradan Zincirlikuyu Mezarlığı’na. Daha önce camlardan, balkonlardan izlediğim türden yürüyüşlerden biri. Çok alışkınım. Ama bu defa içindeyim. Bu defa küçük bir şehir değil yaşadığım. Bu defa çok kalabalık. Ben nokta kadarım. Annem, babam, kardeşim de. Dört nokta yürüyoruz. Herkes cami avlusuna sırayla giriyor. Tabutun önünde bir süre bekliyor. Çıkıyor.
Basın yayın organları… Tabutun önünde biz de duruyoruz. Benim için bu sadece durmak. Ama belli ki önemli bir şey yapıyoruz. Başka çocuk yok ya da ben denk gelmiyorum. Cami avlusundan çıkıyoruz. Zincirlikuyu yönüne yürüyoruz Şişli’den. Gayrettepe’de birden ortalık karışıyor. Polis müdahalesi. İnsanlar kaçışıyor. Tüfek, jandarma, silah çok normal benim için. Ama ilk defa “jop” görüyorum. Polisler rastgele savuruyor. Gördüğüm manzara karşısında şaşkınım. Korkmuyorum ama nedenini sürekli merak ediyorum. Neden? Ne oldu ki? Bilmediğim bir apartman girişindeyiz. Polis soruyor ne işiniz var. Annem biz burda oturuyoruz diyor. Polis beni ve kardeşimi de bakışlarıyla süzüp uzaklaşıyor.
Cenaze Ruhi Su’nun cenazesiydi…
Yıllar sonra konu ile ilgili şunları okuyacaktım;
Su, 20 Eylül 1985’te hayatını kaybetti. Naaşı Şişli Camisi’nden alınıp türkülerle omuzlarda taşınırken, kalabalığın önü Mehmet Ağar’ın yönetimindeki polis tarafından kesildi. Kitle, zayıf polis barikatını aştı ve on binlere ulaştı.
Ünlü sanatçının cenaze töreni 12 Eylül’ün ilk büyük kitle gösterisine dönüşürken, gözaltına alınan 163 kişi İstanbul Siyasi Şube’de 15 gün tutuldu.
Sıdıka Su’nun , Roll’un Ekim 1997 tarihli 12. sayısında söyledikleri ise şunlar: “Ruhi’nin bu ülkede rahat dolaştığı hiçbir zaman görülmemiştir. Derlemelerini hep büyük şehirlerdeki göçmen gecekondu halkından yaptı. Ona böyle baskı yapılmasının nedeni komünizm düşmanlığıydı. Bugün yaşasaydı gene aynı eziyeti çekerdi. (…) TRT’de hâlâ Ruhi Su yasak. On senedir her yıl anıt mezarını kırıyorlar. Değiştiriyoruz, bu sefer ateş ediyorlar. Düşünebiliyor musunuz, dört bir yanından mezarı kurşun yağmuruna tutmuşlar…”
Ruhi Su, 1912´de Van´da doğdu. Birinci Dünya Savaşı sırasında ailesinin tüm üyelerini kaybetti. Bu konu ile igili Oğlu Ilgın Ruhi Su,“Babamın 1912’de Van’da doğması, öksüzler yurdundan gelmesi, bugüne kadar hiçbir akrabasının çıkmaması düşünüldüğünde Ermeni olma ihtimali hayli yüksek”demiştir.
İlkokul 4. sınıfta keman çalmaya başlamıştır. Daha sonra devam ettiği Müzik Öğretmen Okulu´nu 1935-1936 öğretim yılında bitirmiştir. 1942´de girdiği Ankara Devlet Konservatuarının Opera bölümünü başarıyla sonuçlandıran ozan, 1952´ye dek burada çalışmıştır. Bunu kendisi şöyle anlatıyor:
“…1952´de bazı politik nedenlerle operadan ayrılmak zorunda kaldım. Sonra kendimi büsbütün halk türkülerine verdim. Çocukluğumdan beri, müzik çalışmalarım sırasında hep halk türküleri söylerdim…”
Bilinçli bir tavırla türküler üzerine çalışmaya başladığı 1938 yılından, ölümüne kadar, hapishanenin ağır koşulları, engellenmeler, yasaklanmalar, hiç bir şey Ruhi Su’yu türküler söylemekten, onlar üzerinde aralıksız çalışmaktan, korolar oluşturarak türkülerini öğretmekten, olanak bulduğu zaman konserlerde, resitallerde, olanak verilmediği zaman dost evlerinden, gece kulüplerine kadar, elverişli elverişsiz her ortamda türkülerini söylemekten alıkoyamadı.
1978’de ünlü sanatçıya kanser teşhisi kondu. Sonrası Türkiye için utanç vericiydi. Doktorlar Su’ya yurtdışında tedavi görmesini önerdi. Ama askeri yönetim, süresi dolan pasaportun yerine yenisini bir türlü vermedi.
Türkiye’den ve dünyadan entelektüellerin çabalarıyla sanatçının bir seferlik yurtdışına çıkmasına izin verildiğindeyse artık çok geçti.
Ruhi Su, ölümüne kadar 16 tane 45’lik plak, 11 uzunçalar çıkardı. Ölümünden sonra kurulan Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı aracılığıyla eşi Sıdıka Su (ölümü-18 Ekim 2006) ve oğlu Ilgın Su özel arşivlerdeki ses kayıtlarından yararlanarak plak, kaset ve CD üretimini sürdürdüler.
Şimdi gelin ölümünden sonra bile susmayan o naif, özgün, direnişçi sesine kulak verelim.
ve Orta Anadolu yöresinden derleyip seslendirdiği bir türküyle analım kendisini…
Bilmem şu feleğin bende nesi var, zemheri ayında gül ister benden.
Ciran Derya
Dünyalılar (www.dunyalilar.org)