src=”http://www.kesfetmekicinbak.com/images/news/10202010/7%C4%9F.jpg” alt=”” width=”670″ height=”371″ />
Bu satırların yazarı, Cezayir asıllı, Yahudi ve kadın olarak Fransa’da büyüyen Hıne Cixous’dur. Tasvir ettiği, Batı’nın Doğu’ya yönelttiği oryantalist bakış açısıdır. Chris Tiffin ve Alan Lawson İmparatorluğu Silmek: Postkolonyalizm ve Metinsellikadlı kitaplarında Everest Tepesi’ne 1953′ te İngiliz Uluslar Topluluğu’na bağlı bir Yeni Zelandalı tarafından ilk kez ulaşılmasına İngiliz basınının nasıl bir fetihmiş gibi yer verdiğini anlatırken, oraya onunla birlikte ulaşan Bhotia Tenzing Norgay’dan yalnızca `yerli rehber’ olarak söz edildiğine işaret eder. Oysa İngilizce konuşan ve İngiliz asıllı Edmund Hillary, Everest’i hem `keşfetmiş’ hem de `fethetmiştir’. İngiliz Uluslar Topluluğu’na mensubiyetiyle Britanya İmparatorluğu’nun dünya üzerindeki etkisinin bir simgesi haline getirilen Edmund Hillary’nin bu başarısı, Kraliçe İkinci Elizabeth’in taç giyme töreni arifesinde ona verilmiş çok anlamlı bir hediyedir. İngiltere büyüklüğünü ve dünya üzerindeki egemenliğini işte böyle azimli ve cesur bireylerin başarılarına borçludur. Peki ya Everest’e tırmanan ikinci kişi, yani Tenzing Norgay? O yalnızca yolu göstermiştir. Zaten yaptığı işin anlamının bile farkında değildir.
Batı’nın Doğu’yu nasıl tanımladığı, nasıl `keşfedilecek, zapt edilecek, betimlenecek, ve çeşitli amaçlara hizmet edecek biçimde söylemleştirilecek’ bir nesne olarak gördüğü oryantalist ideolojinin temelinde yatar.
Oryantalizm “anlatılarla” beslenir; yani Doğu hakkında uydurulmuş ya da Doğu’ya göre biçilmiş hikayelerle. Bunlar, zaman ve amaca göre değişikliğe uğrayabilirler ama ortak özellikleri aynı kalır. Batı’nın Doğu’yu nesneleştirip her türlü sömürüsünü meşrulaştırması için gerekli zemini yaratır, kılıf ya da kılıfları hazırlarlar.
1973’te, sonradan Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik başlığıyla (1985) Türkçe basılan doktora tezime başlarken, bende, iki temel fikirden hareket etmiştim: Doğu’yla ilgili İngiliz ve Fransız yazınında hiç eksik olmayan efendilik-kölelik teması ve Batılı gezginin Doğu’ya doğru ilerledikçe doğaya atfettiği yabancılık. Doğa, Batı edebiyatında, hele de romantizmin boy verdiği on dokuzuncu yüzyılda, dost ve esin kaynağı bir mekânken, romantik gezgin Doğu’ya doğru yol aldıkça aynı doğayı tuhaf ve ürkütücü bir gizemle yabancılaştırıyordu. Örneğin 1809-1811 yılları arasında Türkiye’ye gelmiş ve mitolojik bir an’ı yinelemek için Çanakkale Boğazı’nı en kısa yerinden yüzerek geçmiş olan Byron’a göre, gezgin olarak bulunduğu Doğu’da bütün ilişkiler efendilik-kölelik ilişkileriydi ve doğa da neredeyse buna fon oluşturacak bir vahşilikteydi. Byron’ın bu önyargısı,daha gezilerine başlamadan önce beslendiği Doğu mitinden kaynaklanıyordu.
Lord Byron, William Beckford’un, Doğu’yu hiç görmeden, yalnızca Binbir Gece Masalları ve benzeri anlatılardan esinlenerek yazdığı Vathek adlı Doğu öyküsünü çok severdi. Halife Vathek’in Öyküsü üç bölümden oluşuyordu. Birinci bölümde Vathek, Doğulu bir despot olarak boy gösterir.
Abbasilerin dokuzuncu halifesi Vathek, Mutassım’ın oğlu ve Harun Reşid’in torunuydu. Çok genç yaşta tahta geçmesinden ve gençliğinde gösterdiği hünerlerden ötürü halkı onun halifeliğinin uzun ve mutlu olacağına inanmaya zorlanmıştı. Yakışıklıydı ve görkemli bir görünüşü vardı, fakat kızdığı zaman gözlerinden biri öyle dehşet saçardı ki kimse bu bakışa dayanamazdı. Bu bakışa hedef olan zavallı anında yere serilir, bazen de oracıkta ölürdü. İşte bu yüzden,ülkesinin nüfusunu azaltmamak ve sarayını ıssızlaştırmamak için Vathek çoğunlukla hırsını dizginlemeyi yeğlerdi.’
İkinci bölüm Vathek’in yasak bilgiler ve zevkler peşinde koşuşunu anlatan sarayların betimlemelerini içerir: Sonsuza Dek Doyurmayan Ziyafet, Ezgi tapınağı ya da Ruha Nektar, Göz Ziyafeti ya da Belleğin Kamçısı, Kokular ya da Zevke Davet, ve Korku ve Tehlike Sarayları’dır. Hepsi de Doğu’nun simgesi haline gelen duyusallık,tensellik, yasak ve tuhaf zevklerle ilintilendirilmiştir.
Halife Vathek’in Öyküsü’nün en ünlü ve son bölümü ise Vathek’in cezalandırıldığı, İblis’in Sarayı adlı bölümdür. Roman bu üçüncü bölümde parodi özelliklerinden sıyrılarak öznelleşir. Vathek’in cezalandırılışında yazarın günah ve ceza korkusunu, hatta bilinç altı cezalandırılma özlemlerinin dile getirilişini buluruz. İşte Byron’ı en çok etkileyen de kitabın bu son bölümüdür. Çünkü Byron da aynı Beckford gibi, Doğu’yu bir yandan çekici bir edebi malzeme, bir yandan da kendi bilinçaltı özlem ve korkularını yansıtacağı bir ayna, bir metafor olarak görür. Yani Byron’a bakılırsa, Vathek, Doğu’yu gerçekten temsil ediyordu; bütün Doğulular Vathek gibi vahşi, duyusal, acımasız, sapkın, ve sıra dışıdır! Nitekim, Byron kendisi de Doğu yolculuğu boyunca, izlenim ve anılarını nesnel bir anlatımla aktarmayı seçmemiş, bu geziyi, yalnızca Doğu mitini geliştirmek, süslemek, bu mite yeni anlatılar katmak üzere bir vesile olarak kullanmıştır.
Oryantalizmin bir düşünce biçimi, anlatılarla,söylemlerle koşullandırılmış ve koşullandırıcı bir algılama çerçevesi olarak nasıl kurulup işlediğini dünyaya 1978 yılında basılan Oryantalizm adlı kitabıyla Edward Said duyurdu. Aslen Filistinli olan ve ABD’nin belli başlı üniversitelerinde okuyup öğretim üyeliği yapan Said’in bu kitabı 1980 yılından itibaren hız kazanan post-kolonyalist incelemelerinde öncülüğünü yaptı.
Said, Oryantalizm’de kendini üstün gören, bu üstünlüğünü hem top ve tüfekle, hem de ekonomik olarak desteklemiş olan ve bu üstünlükten vazgeçmek niyetinde olmayan bir kültürün (ki Batı kültürü böyledir) başka bir kültürü eşiti olarak anlayıp değerlendiremeyeceğinden yola çıkar. Said’e göre şarkiyatçılık` Avrupa’nın Doğu’yu tanımlama girişimidir. ‘Doğu yalnızca Batı’nın coğrafi komşusu değil, aynı zamanda en büyük, en zengin, en eski sömürgesidir. Dil ve uygarlıklarının kaynağı, kültürel rakibi, `kendinden başka’nın, yani`öteki’nin en derin ve ısrarlı simgesidir. Şarkiyatçılık ya da`oryantalizm’, Doğu’nun Batı tarafından, Batı’nın kültürel ve ideolojik kurumları, bu kurumların dili ve doktrinleri, kısaca Batı anlatıları yoluyla temsil edilmesidir. Bu temsilde Doğu suskundur. Said’in Oryantalizm adlı kitabı yayımlandığı zaman şarkiyatçılar arasında büyük bir tepkiye neden oldu. Uğraşlarını meşru ve nesnel bir bilim dalı olarak gören şarkiyatçılar, yaptıkları işin, bilinçli ya da bilinçsiz yanlılığı üzerine kurulmuş bu incelemeyi reddettiler.
Oryantalizm’den on altı yıl sonra ve bir anlamda bu kitaba devam niteliğinde yazdığı Kültür ve Emperyalizm adlı çalışmasında Said, bir yandan kendisini izleyen ve eleştiren araştırmacıların eleştirilerini dikkate alırken, bir yandan da oryantalizmin her zaman emperyalizmle el ele gittiğini yineledi. Bu bağlamda emperyalizm (ve oryantalizm) herhangi bir kültürün alabileceği bütün yayılmacı ve baskıcı biçimleri içeriyordu, yani ırkçılığı, patriyarkiyi (kadınlar aleyhine erkek egemen pratikleri), merkeziyetçi dayatmayı, bütüncü ve özcü görüş ve savları. Böyle bakıldığında, sömürgeleştirilmeye direnmiş bir ulus da kendi içinde emperyalist kültür politikaları güdebilirdi; merkezden ya da metropolden yönettiği halkına tek taraflı, bütüncül, erkek egemen, baskıcı, ayrımcı ve milliyetçi bir dünya görüşü dayatıp bu dünya görüşünü yönetimin, daha da kötüsü kanunların temeline koyabilirdi. Oryantalizmi her türlü ayrımcılıktan nasibini almış (ırk, cinsiyet, sınıf) ve her türlü ayrımcılığı beslemiş bir düşünce biçimi, bir ideoloji ve pratik olarak görürsek, post-kolonyalizmi de bu tür ayrımcılığa her alanda, günlük yaşamda, sanatta, dilde, kimlik ve imaj belirlemelerinde ve elbette ekonomik ve askeri hegemonya girişimlerinde karşı çıkan bir tavır olarak nitelendirebiliriz. Her ne kadar, sanat ve edebiyatta, post-kolonyalist tavır almanın, özellikle de `Üçüncü Dünya’ denilen yerlerde çarpıcı bir biçimde dile getirildiğini söyleyebilirsek de, dünyanın bir yarısının diğer yarısına, bir ırkın başka bir ırka, bir cinsin diğer cinse karşı üstünlük kurma girişimlerinin sonunun geldiğini söyleyebilmekten ne yazık ki çok uzağız.
Dolayısıyla oryantalizm hâlâ dünyayı kemiren bir hastalık.
Kaynak : Atlas Tarih Dergisi/Sayı 96 / Mart 2001